k ü s t ü m!
âmin derken mezarlık gölgesini emziren
duâ kadar cesurum şimdi…
Bebekler, çocuklar, anneler, yaşlılar, siviller, masum insanlar; ölüyor, katlediliyor; insanlık/savaş suçu işleniyor ve biz!?.
Savaşın mağdurlarını ekranlardan, sosyal medyadan ve gazetelerden görmek ve öylece izlemek, insan yanımıza da atılan bir bomba etkisini gösteriyor. Dünyadaki hainliğe karşı durmamak/duramamak yoruyor, mahcup ediyor, çaresiz bırakıyor; tebessüm ederken bile suçlu hissettiriyor. “Oturduğumuz yerden bir şey yapamıyoruz” kısır döngüsü de zaten bir işe yaramıyor, yaramaz da! Bu duyarlılık, elbette yemeden içmeden kesmiyor insanı, zira hayat hep akıyor ve akarken ona tutunmanın yolu sağlıklı olmaktan geçiyor! Yani bir şeye üzülmek, hayattan kopmak olmamalı. Aksine bizi üzen/yoran/acı veren şeylere karşı, güçlü bir duruş sergilemek için önce sağlıklı olmak, sonra ürettiğiniz her ne ise mesajı zırhında koruyup, gür sesler çıkartmaktan geçmeli.
Karıncanın su taşıması olayındaki “taraf!” metaforu zaten belli, belli olmasına da atamadığımız adımların hesabını kimseye sormadan kendimize sormanın adabı, biraz da olsa hafifletiyor vicdanımızı. Kendi iç sorgunuzun devamı zaten adım atmaktır! Taraf olmayıp insanlığı bertaraf olan bazı kesimler “Ama önce onlar başlattı! Ama önce o, şu, bu…” diyecek kadar da sağduyudan yoksun. Şu ya da bu hiçbir sebep, bir hastanenin bombalanmasını ya da sivillerin, hele hele de çocukların katledilmesini haklı bir gerekçe gibi öne süremez.
Bizim atacağımız adım/lar elbette edebî bir adım olacaktır. Yazmak, okumak, yazdırmak ve okutmak. Çünkü insan unutandır; iyiyi de kötüyü de!… Unutturmamak ve bir daha olmaması adına bu duygunun temeline mürekkepten dualar/umutlar akıtarak, bir şekilde insanlığa nâra/merhem olmanın adıdır yazmak.
Yaşatılan bu insanlık/savaş suçunun edebiyatını yapmalı mıyız?! Peki bu duygunun yaşattığı utancın hesabını gelecekteki emanetçilere en azından bildirebilmek için şiirin beşiğinde sallamalı mıyız bu acıları!?.
Hatırlıyorum da kalemimizin ilk kıvranışı şiirle olmuştu. İlk şiirimiz, 1995’lerde kaleme aldığımız “Kan Damlaları” başlığında bir aşk-ı yâr şiiriydi. Beşer aşkın devamı, hep hakikat aşkıdır ya. Aşkla harman olan kalem zamanla “hakikate rota” nakaratında büyütür kendini ve… Sonrasında Bosnalı bir çocuğa yazdığımız şiir. Sonrasında Gazze’ye… Sonrasında Hocalı’ya… Srebrenitsa’ya… Yaklaşık 30 yıl oldu. Masumlar ve çocuklar için kaleme aldığımız dizeleri şöyle bir gözden geçirdiğimizde ne yazık ki güncelliğini taptaze tutan acılar! Ve katlaya katlaya devam eden…
Evet!
Son olarak Allah’a emânet ettiğimiz Gazze’yi ve yaşadıklarını şu cümleler özetliyor acıta acıta;
“Büyüdüğünde ne olmak istiyorsun? ‘Biz Filistinli çocuklar büyüyemeyiz ki’!”
“Bir baba işgal zulmünü çığlık çığlığa mikrofona anlatırken, şehit olan çocuğunu kucağında sallamaya devam ediyor!”
“Savaşın içine doğan Filistinli çocuklar ‘şehitçilik’ oyunu oynarken; şehit, Allah’ın sevgilisidir diyerek…”
“Ve Filistinli genç adamdan İslam dünyasına sitem; ‘Gıyabımızda cenaze namazı kılmayın. Zira biz yaşıyoruz. Ölü olan sizsiniz’…”