İnsan, duygular arasında gidip gelen bir sarkaç. Bir anda acının sınırlarına salınır bir anda sevincin. Tek bir hâl üzere sabit kalamayacak şekilde yaratıldığı için sonsuz bir değişim ve dönüşümün piyonudur. Ama böyle olması iyi çünkü sabit kalmak, yerinde durmak, çürümeye davetiye çıkarmaktır. Yunus “Her dem yeniden doğarız” dediğinde durağanlıktan kurtulan insanın yaşadığını, yerinde sayanın öldüğünü ima etmiş olamaz mı?
Edebiyat, insana şahitlik ettiğinde bütün ihtişamıyla açan bir çiçektir. Onun duygularını kayda geçirince asli amacına erişmiş olur. Fakat bu çiçek, içine sevincin değil de gözyaşının karıştığı zamanlarda kokusunu daha keskin salarak büyür. Çünkü bu çiçeğin toprağı, gözyaşıyla sulandığında bereketlenir.
Acının en yoğun yaşandığı dönemler savaşlar olduğundan ona bir alan açmakta gecikmedi edebiyat. Fakat acının karanlık hâlinden değil, ilk yıkıcılığı geçtikten sonraki hâlinden doğabildi sanat. Çünkü ilk anlar akıldan arındırılmış ve tamamen kalbe bırakılmıştır oysa sanat çokça kalbe ihtiyaç duysa da bir miktar akla da ihtiyaç duyar.
Yeryüzünün belki de en büyük ilk acısıydı Birinci Dünya Savaşı. Aynı anda birçok bölge savaşa girmiş, toprak ilk kez bu kadar kana bulanmıştı. Buradan elbette bir sanat doğacaktı ama önce savaştan sağlıklı bir mesafeyle uzaklaşmak gerekiyordu. Ama sadece bu yeterli değildi. Savaşı yaşamış ya da ona bizzat katılmış sanatçıların varlığı yükseltecekti savaş edebiyatının burçlarını.
Erich Maria Remarque 1928’de, yani savaştan on yıl sonra yayımlanan “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adlı eseriyle bu edebiyatın muhtemelen en güçlü fişeğini ateşledi. Roman (2023’te son sinema uyarlamasıyla dört Oscar alınca yeniden gündeme geldi) birçok dile çevrilerek bir anda bütün dünyaya yayıldı. Çünkü acı ortaktı, herkes kayıp vermişti, gözyaşı dökmeyen kimse kalmamıştı ve sanat, söyleyemedikleri, görüp ifade edemedikleri her duyguya tercüman olmuştu. Yazar yalnızca cepheyi değil, savaşta akla gelmeyecek ama zarar gören her şeyi malzemesi hâline getirdi. Atların vurulduğu sahneyle mezarlık bölgesinde yaşanan saldırı, savaşta hiçbir şeyin güvende olmadığını gösterdi.
Savaş edebiyatı için “erkek edebiyatı” da denir. Karakter kadrosunun ağırlıklı olarak erkeklerden oluşması, çoğu zaman güçlü bir dostluğun da kapısını açmış olur. Aile, kardeşlik, yuva gibi kavramlar, savaşın rengine boyanınca yeniden anlam kazanır. Sorgulanan en önemli kavramlardan biri de gençliktir. Yedi sınıf arkadaşı, cephede büyüyen hatta yaşlanan yedi çocuk. Savaş o kadar zapt edicidir ki barışın nasıl olacağını hayal etmekte zorlanır askerler. Oysa henüz on dokuz yaşındadır her biri ve hayat henüz asıl kapılarını açmamıştır onlara. Bedenler çökerken ruhlar yaşlanmıştır çoktan. Kayıp bir nesil olarak evlerine döndüklerinde hayatın onları kabul etmeyeceğinden emindir her biri. Eşi veya çocukları olanların daha şanslı olduklarını söylerler birbirlerine çünkü onların sürdürmeleri gereken bir hayatları vardır. Peki hayata hiç başlamamış olanları ne karşılayacaktır?