“Dünyada yeni bir şey ortaya çıktığında fikir her yerde aynı anda oluyormuş gibi görünür. İnsan şeyleri tek başlarına düşünmemeli. Dünyadaki her şey bağlantılıdır ve bir şey gördüğünüzde pek çok başka şeyi de anlarsınız.”
(Arvo Pärt)
2013-2014 yılları arasında sık aralıklarla Almanya’ya gidip geliyordum. Almanya’da doğup büyüyen yönetmen dostum Dinçer Güçyeter’in senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı tiyatro oyunun müziklerini yapıyordum. Oyun Essen’de sahnelendikten sonra, Köln’e gittim. Her zamanki gibi Satürn mağazasının en alt katındaki devasa büyük müzik mağazasını ziyaret ettim. O sıralar deli gibi Stephan Micus dinliyordum. Türkiye’de albümlerini bulamıyordum. Tüm albümlerini almak bana pahalıya patlayacağı için birkaç albümünü almakla yetindim ve buluşmak üzere sözleştiğim müzisyen Mehmet Akbaş ağabeyimle buluştuk. Mehmet abime ECM şirketlerinin albümleri pahalı deyince o da beni ikinci el albüm ve plak satan bir müzik mağazasına götürdü. Hemen mağazaya girdim. Mehmet abi dışarda telefonda konuşuyordu. Mağazaya girdiğimde kulaklarımın pek de aşina olmadığı bir müzik çalıyordu. Mehmet abi de gelince hemen sorduk. Çalan müzik Arvo Pärt diye bir müzisyenin “Tabula Rasa” adlı bestesiydi. Sessizliğin ciddi anlamda varlığını hissettirdiğini bir besteydi. Sessizliğin uç noktalarında gezinen bir müzikti. Sanki bir kuşun bütün sesleri yüklenip bütün dünyayı dolaştırıp yeniden ilk yola çıktığı yere dönmesi gibiydi duyduğum sesler. Mehmet abime dönerek “Bu müzik kesinlikle bu çağa ait değil dedim.’’
Arvo Pärt’ın mağazada üç albümü vardı. Üçünü de uygun fiyata aldım. İkisi ECM etiketliydi. Tabii ki ECM etiketini görünce yine şaşırmadım. Çünkü tam ECM’nin basacağı tarzda bir albümdü. Bir gün sonra Köln’de Dinçer ve Mehmet abiyle vedalaşıp Ankara’ya evime dönmek üzere uçağa bindim. Evime girip çay demleyip albümleri dinlemeye başladım. Besteler alışık olmadığım bir yapıda, kimi zaman minimalist tınılarla örülü, kimi zaman da sanki çağlar öncesinden bir müzik dinliyorum hissine kapılıyordum. Derinlikli, huzurlu, mistik, sükunetli ve berrak bir müzik dinliyordum. Albümün kapağındaki Arvo Pärt fotoğrafı zaten Arvo Pärt’ın Ortaçağ tablolarından fırlamış ruhaniyetli ve etkileyici bir adam olduğunu gösteriyordu. Bestelerindeki sessizliği dinliyordum. Peki kimdi bu Arvo Pärt?
Arvo Pärt’ı dinledikçe müziğin gücünü yeniden keşfediyordum. Kalbimin derinliklerinde saklı olan hisler günyüzüne çıkıyordu sanki. Kulaklarımın duymaya hiç alışık olmadığı bir müziği dinlerken bir müzisyen olarak etkilenmemem mümkün değildi zaten. Arvo Pärt’ın müziğini Klasik Batı Müziği içinde değerlendirdiğimde bambaşka bir yerde durduğunu belirtmeden geçmek istemem. Arvo, kendi avangart müziğini yaratarak modern ve kendine özgü bir müzik stili geliştirmiştir. Müziğinde tek ve çok sesli, kilise müziği, Klasik Batı Müziği ve Gregoryan müzik tonlarını da duymak mümkün. Onun müziğini dinlemek, kişinin en beklemediği anda gözlerini ışığa alıştırmak gibi bir şey.
Pärt’ın müziğini anlamak amacıyla, yaşadığı dönemin sosyal koşulları ve müzik anlayışları üzerine de değinmek gerektiğini düşünüyorum. 1935 yılında Estonya’nın Paide adlı kasabasında dünyaya gelen Pärt, 8 yaşında piyano çalmaya başlamıştır. 15 yaşında ilk bestesini yaptı. 17 yaşında halka açık ilk konserini verdi ve kendi bestesini icra etti. 12 ton seriyal tekniğini kullandı bestesini icra ederken. Bestesi ve besteleme tekniği sovyet yetkililerince kınandı. Beğenilmedi ve eleştirildi. 1954 yılında öğretmenleri arasında besteci Harri Otsa’nın da bulunduğu Tallinn Müzik Koleji’ne (Şimdiki Tallinn Konservatuvarı) girdi. Uzunca bir süre Estonya radyosunda ses mühendisi olarak çalıştı.
Arvo Pärt’ın hayatındaki dönüm noktası 1972 yılı oldu. 1972 yılında evlendi ve müziğe ara verip, inzivaya çekilip Ortodoks ve Rönesans müziğini araştırdı. Ortodoks lituryan koro müziğinden çok etkilenen Arvo, o zamana kadar yapmış olduğu bestelerden farklı bir bestecilik anlayışına eğildi. Bu yeni müzik anlayışında süssüz ve statik bir ses dünyası yarattı. 1980 yılında müzik eleştirmenleri Arvo Pärt’ı acımasızca eleştirdiler. 1980 yılında ailesi ile önce Viyana’ya göç etti ve bir yıl sonra DAAD bursuyla halen yaşamakta olduğu Berlin’e gitti. Alman vatandaşlığı verildi. Bu süreçte Estonya’yı sıklıkla ziyaret etti.
Arvo, Tintinnabuli adında dünya müziğine yeni bir bestecilik tarzı kazandırmıştır. Benim de adını bir türlü koyamadığım Arvo Pärt müziğinin temeli, bu kompozisyon tarzıymış meğersem. Tintinnabuli’nin Türkçe’de “Çan” demek. Tintinnabulu, Arvo’nun çan seslerinden etkilenerek geliştirdiği kompozisyon tarzıdır. Tintinnabuli’de sesler bir çan sesi gibi tınlar. Yöntem, yalın yavaş hareket eden bir ezgiyi, en temel üç notalı akordan yararlanan eşit ölçüde yalın bir eşlikle beste yapmayı içerir. Arvo, sessizlikte tek bir notanın güzelce çalınmasının yeterli olacağını ve iki temel sesten içe dönük akorlarla müzik yapılacağını söylüyor. Teknik ve form açısından ses malzemesinin aşırı azaltılmasına ve en gerekli olanla sınırlamaya yönelip özgün bir çoksesli müzik yaratan Arvo, Ortaçağ ve rönesans müziğinden etkilenerek müzikal estetiğini postmodern çağda yeniden yorumlayarak ortaya enstrümantal ve sözlü tonal eserler çıkarmıştır.
Bir söyleşisinde “İnsan eski müziği anlamak için kendisi ve müziğin dini tarafında bir bağ keşfetmeli” diyor. Ortodoks Kilisesi’ne mensup son derece dindar bir besteci Arvo Pärt, inancın her şeye etki ettiğini söyler. Müzik tarihinde artık modası geçmiş ve çoğu insan için bir anlam ifade etmeyen hatta hiç dinlemeyeceğim bir tarz müzik diye ifade edilen ilahi formlu müziği (sözlü ve enstrümantal) yeniden varedip ve binlerce dinleyici edinmiştir. Arvo Pärt “Eski müziği anlamak için insan kendisi ve müziğin dini tarafı arasında bir bağ keşfetmeli” diyor. Müziğiyle çağdaş dünyada insanların mistik arayışlarına en etkili cevapları üreterek, müzik tarihinde kendine çok önemli bir yer edinen Arvo Pärt’ın dünyanın birçok ülkesinde besteleri icra ediliyor. Onun derin ve düşünceli müziği benim gibi binlerce müzisyene ilham kaynağı olmaya devam ediyor ve devam edecek…