Sinemanın bağlayıcı unsurlarından biri bütçedir. Yedinci sanat denen alanın kalabalık bir ekiple yapılması maliyeti de arttırıyor. Hal böyle olunca yapımcının etkisi kendisini hissettiriyor. 1930’larla birlikte sinemanın merkezi haline gelen Hollywood’daki temel aksiyon ise stüdyo denen yapım firmalarının tekelinde üretim yapılmasıdır. Ya paranız olacak ve kendi imkânlarınızla film yapacaksınız (ki o tarihlerde bu hayal ötesiydi) ya da stüdyo sahibini ikna edip filminizi çekeceksiniz.
Sinema endüstrisi Hollywood’da şekillenirken yine 1930’lar ve 40’larda Avrupa’da yeni sinema kuramları ve akımları doğar. Temel motto herkesin film yapabilecek olmasıdır ve kameranı al, sokağa çık denmiştir. Zira stüdyo sisteminde yapımcı tekelinde olan filmler devasa hangarlardaki platolarda, yani stüdyolarda yapılmaktadır.
20. yüzyılın ortalarında kendini iyiden iyiye hissettiren sinemada bağımsızlaşma hareketi kavramsal ve işlevsel olarak da 1970’lerde Amerika’da sağlamlaşır. Sundance Film Festivali bağımsız sinemanın kalesi olarak kabul edilir. Teoriye göre sinema üreticisi yapımcı sultasından kurtulmalı, mali kaygılarla gişe matematiği ile film yapmak zorunda kalmamalıdır. Öyle olur mu? Evet. Ciddi bir süre konvansiyonel sinema dışında bereketli bir alanda filmler üretilir. Bu filmlerin yaşam alanı da festivaller olur. Hala devam eden bu kulvarda yapılan filmler yönetmen sineması denen olguyu yaşatır. Bu filmler gişeyi değil sinema sanatını önceler. Önemli olan sanattır ve sanatın insan ruhuna, duygusuna dokunabilme heyecanıdır.
Gel zaman git zaman festivaller kendi dokusunu oluşturur. Fakat bir yerden sonra doku meselesi dayatmaya dönüşür. Festivale göre film yapmak ya da festivallere beğendirmek için film yapmak gibi bir yaklaşım oluşur. Bugün sinemanın en temel sorunlarından biri festivale göre film yapmak zorunda olduğunu hisseden yönetmenler ve festival fonlarının, jürilerin şekillendirdiği filmsel çerçeve…
Kısa filmlerin yegane yaşam alanı olan festivallerin durumu biraz farklı. Sayıları çok fazla ve çeşitli olduğu için farklı yöntemlerin, arayışların alanı olabiliyor. Uzun metraja geçmeden önce basamak olarak görülen (ki yanlış bir yaklaşım) kısa filmin taltif alanı olarak festivaller üretimin diri kalmasını da sağlıyor. Fekat uzun metraj söz konusu ise festivallerin sayısı azalıyor. Heleki A sınıfı denen ve dünya sinema anlayışını çerçeveleyen festivallerin sayısı 20’den fazla değildir. Jüri ve danışma kurullarının da yıllar içerisinde devirdaim ettiğini düşünürsek film yapmak için imkan arayan, çektiği filme iltifat kovalayan sinemacının çok fazla tercihi olmadığını da görebiliriz.
Çekilmiş filmlerin yarışması noktasında böyle bir durum söz konusuyken bir de festivallerin market ve forumlarında destek arayan filmlerin kaderleri kendini gösteriyor. Hem bütçesine katkı sağlamak hem de daha sonra çektiğinde gösterim mecrasını garantilemek ve sinema otoriteleri arasında isminin anılmasını sağlamak için forum ve marketlerde boy gösteren yönetmen ve yapımcı, ekseri küresel sistemin zihin yapısını taşıyan bakış açılarına teslim olmaktan başka çare bulamıyor. Projesini birilerine beğendirmek zorunda olmak, sinemacı için ciddi sorun. Özellikle ‘evrensel olmak’ adı altında ilginç bir dayatma söz konusu. Sanat eseri olan filmin evrensel algıya hizmet etmesi ya da herkes tarafından anlaşılması gerekirmiş. Sanat otoriteleri için her zaman böyle miydi? Genel olarak evet. Ancak düşünsenize kendi zamanında yaptığı resimler önemsenmeyen Van Gogh bugün sadece resimde değil sanatta çığır açmış biri olarak görülüyor. Kendi zamanının evrensel değerlerine uygun üretim yapmıyordu. Otoriteler önemsemiyordu. Sonra ne oldu?
Bugün sinema sektörüne, festivallere, forumlara, marketlere, destek organizasyonlarına ve buralarda var olmaya çalışan sinemacılara baktığımızda da benzer bir manzara ile karşılaşıyoruz. Elbette festivallerin beğendiği film kötü filmdir, demiyoruz. Beğeni zaten tartışılacak bir şey değil. Mesele, sanatın özünde yer alan çeşitlilik ve farklılığa açıklık hususunda yaşanan ikilem.
Festivallerin özellikle bunu yaptığını söyleyemeyiz elbet. Lakin meselenin geldiği ve gittiği noktaya dikkat çekmek de vazifemiz. Bağımsızlık adına oluşan mecraların kimleri, nereye, nasıl bağladığını düşünmemiz gerekiyor.