Bayram o bayram ola

26 dakikada okunur

Yine iftarları, sahurları, teravihleri ve nice güzellikleri ile Ramazan’ı geride bıraktık. Şimdi “bayram” zamanıdır. Bu bayramın birçok İslâm ülkesinde “İftar Bayramı” şeklinde adlandırıldığını biliyoruz. Ülkemizde ise “Şükür Bayramı” olarak adlandırılmış. Zamanla “Şeker Bayramı”na evrilmiş. Tabi malum yaygın kullanım “Ramazan Bayramı” şeklinde. Bir diğer bilgi ise Osmanlılar döneminden itibaren bu bayramda çocuklara şeker dağıtılması ve şekerli yiyeceklerin tüketilmesi ile ilgilidir. Bayramlar malumunuz ziyaret günleridir. Yeni kıyafetler giyilir, misafirliklere gidilir, kolonya, tatlı ve şekerlemeler havada uçuşur. Yeryüzünün gördüğü en büyük festivaldir. Hem maddi hem manevi yönü olan bir festivaldir. Başta çocuklar olmak üzere tüm insanlar bu festivalden nasibini almalıdır. Bayram, bayram gibi olmalıdır. Alvarlı Efe’nin “Bayram o bayram ola” redifli bir şiiri vardır. Her bayram ilk aklıma o şiir gelir, okurum. Siz de okuyun lütfen. Bu arada Ramazan kitap listenizdeki hedeflerinize ulaşabildiyseniz sizler için yeni kitap önerilerim var. Aynı zamanda Prof. Dr. Nurullah Genç Hocanın da önerileri var. Keyifli okumalar dilerim.

YENİ ÇIKANLAR

Bir Türk Polisinin Amerika’da Sergüzeştleri
Behlül Dânâ / Ötüken
New York Dedektif Dairesinde çalışmak üzere Amerika’ya giden ve yardımcısı Şadan Bey’le birlikte, Amerikan kibar hayatının içinde cereyan eden cinai meseleleri çözmek için hadiseden hadiseye atılan Yılmaz Bey’in onparalık polisiyeleri, 1927’de, Türk polisiye edebiyatının en fazla ürün verdiği bir dönemde yayımlanmıştır. 1920’lerin Amerikası ve bilhassa New Yorku hakkında ilginç bilgilerin de yer aldığı seride, hiçbir vakanın altından kalkamayan beceriksiz Amerikan polisine karşılık cevval, seri ve zeki Türk polislerinin heyecan dolu maceralarını okuyacaksınız. Tefrika edebiyatımızın velut kalemi İskender Fahrettin Sertelli’nin Behlül Dânâ müstearıyla yazdığı bu seriden toplam 13 kitaba ulaşılmıştır: 1- Beyaz Köşk Cinayeti 2- Sinema Yıldızının İncileri 3- Altın Kralı Malikânesinde 4- Korkunç Şatonun Esrarı 5- Polisin İlk Mağlubiyeti yahut Ölümden Korkmayan Kadın 6- İskeletler Arasında 7- Maksim Bar’ın Şantözü 8- Heyecanlar İçinde 9- Yıldırımlar Arasında 10- Sihirbaz Kadınla Karşı Karşıya 11- Zehirli Çay Nasıl İçilir? 12- Tiyatroda Bir İntihar Vakası 13- Yılmaz Bey Amerika’dan Ayrılıyor.
Eski Türklerde Gündelik Hayat
Erhan Aydın / Kronik
Türkler yedinci ve sekizinci yüzyılda nasıl bir hayat yaşıyordu? Ne yiyor ne içiyordu? Gerçekten ilkel bir hayat mı sürüyordu yoksa gelişmiş bir sosyal hayattan söz edilebilir miydi? Heyecanlarını, sevinçlerini, üzüntülerini nasıl ifade ediyorlardı? Hayatlarında sadece savaş mı vardı? Hayvancılık dışında ticaretle de uğraşıyorlar mıydı? İnançlarını nasıl yaşıyorlardı? Düğünlerini nasıl yapıyorlardı? Anne, baba ve kardeşler arasındaki ilişki nasıldı? Doğan çocuklarına en çok hangi isimleri veriyorlardı? At gerçekten Türklerin vazgeçilmezi miydi?
1995 yılından bu yana yazıtlar dönemi Türkçesi alanında çalışan Erhan Aydın elinizdeki çalışmada eski Türk yazıtlarından elde ettiği sosyal, ekonomik, kültürel ve dinî hayata dair tüm malzemeleri kullanarak yukarıdaki sorulara birbirinden kıymetli cevaplar veriyor. Böylece Türk milletinin yazılı kaynaklarla bilinen en eski dönemlerine ışık tutuluyor, yazılı olmayan daha eski dönemleri hakkında da fikir yürütme imkânı elde ediliyor. Başka milletlerin Türkler hakkında anlattıklarına değil, Türklerin kendi elleriyle yazdığı metinlerdeki bilgilere odaklanan çalışma, okurları son derece şaşırtacak bilgilere ulaşıyor. İslam öncesi dönemde yaşamış Türklerin çoğu zaman sadece askerî ve siyasî tarafı incelenmiştir. “Eski Türklerde Gündelik Hayat” ise bir Türk’ün günlük hayatının nasıl geçtiğini tüm detaylarıyla ortaya koyuyor. Uzun yıllardır eski Türk dili üzerine çalışmalarını sürdüren ve o coğrafyaya bilimsel gezilerde bulunan Prof. Dr. Erhan Aydın’ın kaleminden Eski Türklerde Gündelik Hayat, Türklerin İslamiyet öncesi yaşamlarını sosyal, kültürel, dinî ve ekonomik yönleriyle inceleyerek o dönemin gözünüzde canlanmasını sağlayacak.
Fecr-i Âtî Encümeni Edebiyatı
Cafer Şen / Çolpan
Edebiyat tarihlerinde “Fecr-i Âtî” başlığı altında yüzeysel bir biçimde değerlendirilen “Fecr-i Âtî Encümeni Edebiyatı”, Cafer Şen’in bu çalışmasıyla hem yeniden adlandırılıyor hem de şiir, hikâye, roman, eleştiri alanlarındaki verimiyle derinlemesine ve ayrıntılı bir biçimde inceleniyor. Fecr-i Âtî Encümeni, edebiyat dünyasına bir bildiri ile giren ilk topluluktur. Encümen’in bu tutumu, Türk edebiyatında o güne kadar görülmemiş yeni ve önemli bir çıkışı bildirir. “Sanat şahsî ve muhteremdir.” ilkesiyle belirginleşen bu tutumda bir okul, topluluk olma, kendilerini çok açık bir biçimde ifade etme çabaları görülür. Fecr-i- Âtî Encümeni hem sözü edilen bildiri ile hem de düzenli ve periyodik olarak toplanmasıyla, kendi döneminde Batı’da hâlâ yaşamakta olan parnasistlere ve sembolistlere benzer. Encümen de yaşadığı dönemde bu iki okulu yakından takip eder. Fecr-i Âtî Encümeni bu tutumuyla Batı kaynaklı bir oluşum görünümündedir. Cafer Şen, 1909-1912 yılları arasında etkin olan “Fecr-i Âtî Encümeni Edebiyatı”nı, dönemin süreli yayınlarını ve Encümen’e bağlı şair ve yazarların metinlerinin ilk baskılarını merkeze alarak inceliyor. “Edebiyat tarihi eserlerin tarihidir” ilkesinden hareketle Encümen hakkında verilmiş basmakalıp yargılara kuşkuyla yaklaşıyor. Fecr-i Âtî Encümeni’nin metinlerindeki gerek yapıya gerekse içeriğe ait asgarî müşterekleri ve yenilikleri ortaya koyuyor. Böylece Fecr-i Âtî’nin bir Encümen, bir okul, bir topluluk olup olmadığı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Kitapta, söz konusu topluluk ve topluluk içinde yer alanların eserleri değerlendirilirken, bir dönemin ruhu da belirginleşiyor. Bu yüzden “Fecr-i Âtî Encümeni Edebiyatı”, bir deneyimin birikimini günümüzün kültür ve edebiyat dünyasına taşıyan kaynak bir kitap.

ÖNERDİKLERİM

Faust
Johann Wolfgang Goethe / Doğu Batı
Önce halk efsanelerinde, adı meçhule karışmış ozanlar söylediler bu ateşin hikayeyi.
Sonra edebiyatçılar keşfettiler, eski kroniklerin içinde ilginç öyküler ararlarken.
Kimler kalemini sivriltmedi ki şeytanla insanın gizli mukavelesini ademoğluna fısıldamak için. Ama içlerinde en ölümsüz olanı, müjdeyi ve lâneti tüm ruhları sarsarcasına haykıranı, Goethe’nin Faust’uydu. Faust, modernitenin trajedisini haber veren ilk büyük yapıt oldu. Kimin kazandığı ve kimin kimi kandırdığı belli olmayan bir irade savaşıydı anlatılan. Hikâyenin özeti şuydu: Şeytan Tanrı’ya meydan okudu, savaşın sonunu bile bile. Çünkü yaratılış öyküsünü bilmeyen melek olamazdı. Lâkin kendi öyküsünü unutan insan devreye girdiğinde bu meydan okuma, büyük bir soru işaretine dönüştü. Belki şeytan için değil, ama kesinlikle insan için… Şeytan bir soru işareti, ruh bir soru işareti, insan: ardı sıra dizili soru işaretleri… Ve insanın yeryüzündeki devr-i daimi başladığı anda, ruhun üzerine yapılan pazarlıklar ve olası mukavelelerin de dönemi açıldı. Bu mukaveleden habersiz bir ademoğlu olmadı. O, her zaman, pazarlığın bir tarafıydı. Belki de bu yüzden, kendini okumak isteyen herkes pür dikkat, kulak kesildi bu hikayeye: Kimdir Faust? Şeytan’a mı verdi ruhunu? Nasıl bir sözleşmeydi bu? Kendimizi başkalarından dinlemek, en sevdiğimiz mesleğimiz değil midir? O halde herkesin vâkıf olduğu bir temayı, yaşamı efsaneleşmiş bir karakterin omuzlarına yükleyerek anlatan Goethe’ye kulak verelim… Tüm yaşamını adadığı ölümsüz eseri Faust’a…
Kalpaklılar
Samim Kocagöz / Literatür
“Düşman donanması açıklarda demirlemiş, iki harp gemisi rıhtıma biraz daha yaklaşmıştı… Güvertedeki askerler ellerini, şapkalarını sallıyor, marşlar söylüyorlardı… Mavili beyazlı elbiseler giymiş genç kızlar, ellerinde çiçekler, vapurlardaki askerlere öpücükler yolluyorlardı.” İngilizlerin güdümündeki Yunan ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal ederken genel manzara böyleydi. Ta ki karaya ayak basan ilk Yunan askerlerinin ortasına bir el bombası atılana kadar. Bombayı atan gazeteci Hasan Tahsin, “Dövüşe ben başlıyorum, siz devam edeceksiniz” diyecek kadar emindi çaktığı bu ilk kıvılcımın tüm ülkeyi saracağından. Yanılmamıştı da: İzmir bir sembol oldu, bayrak oldu, taştı Anadolu’nun içlerinden. Cephelerde Mehmet’ler, dağlarda efeler, her türlü imkânı kullanarak askerlere cephane taşıyan kadınlar, tüm Anadolu tek yürek oldu, başkaldırdı işgalcilere ve onların işbirlikçilerine. Kalpaklılar, Samim Kocagöz’ün belgelere dayanarak işlediği bir destan: İşgal altındaki topraklardan Kuvayı Milliye’nin doğuşuna, cephelerdeki çarpışmalardan gerici ayaklanmalara kadar Kurtuluş Savaşı’nın, bir ulusun bağımsızlık için verdiği mücadelenin gerçek destanı. Yazarının istediği gibi nihayet ilk defa Kalpaklılar’ı tek cilt olarak okurlarına sunmaktan sevinç duyuyoruz.
Melâmilik ve Melâmiler
Abdülbaki Gölpınarlı Kapı
“En Yüksek Makam”a Dair Hâlâ Tek Kaynak: Melâmîlik ve Melâmîler. Melâmîlik, tasavvufa ve tarikatlara karşı, İslamiyet’in ilk dönemlerinde ortaya çıkan ve yüzyılımıza kadar devam eden bir reaksiyon… Sufilerin bir kısmının “en yüksek makam” saydığı, bir tür gizli inanç sistemi… Şarkiyat biliminin zirvelerinden Abdülbâki Gölpınarlı’nın (1900-1982), ilk baskısı 1931’de yapılan Melâmîlik ve Melâmîler’i bu konuda yazılmış tek eser ve günümüzde de hâlâ tek ana kaynak… İlk baskısı bugün “nadir” bir kitap olan Melâmîlik ve Melâmîler’in bu yayını, yazarının kendi nüshasının bir tıpkıbasımı… Gölpınarlı’nın yaptığı düzeltmeler aynen korunuyor, sayfa kenarlarına aldığı notlar muhafaza ediliyor ve bunların yeni yazıya çevirileri veriliyor… Bir yazarın, Gölpınarlı’nın ölümünden sonra da dediği gibi, “Abdülbâki’den kalan ışıklar, daha çok uzun süre, o yollarda dolaşmak isteyenleri karanlık labirentlerde tökezlenmekten kurtaracaktır…”
Son Kızılbaş Şah İsmail
Tufan Gündüz/Yeditepe
Bir yaşında yetim, altı yaşında şeyh, on dört yaşında hükümdar, Kızılbaşların Şahı, Safevî Devleti’nin kurucusu, Ebu’l-Muzaffer, Mürşid-i Kâmil, Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesi, Hataî… Kısacık bir ömre sığdırılan büyük bir tarih. Şeyhlikten şahlığa doğru uzanan çetin mücadele… Baş döndürücü zaferlerin ardından gelen Çaldıran yenilgisi. Kızılbaş Türkmenlerin şeyhlerini şah yapmak için giriştikleri mücadeleler… Bir inanç hareketinin devletleşmesi, biçim değiştirmesi, farklılaşması… Dinin siyasallaşması; devletin dinin hizmetine alınması, dinin devletin dayanağı haline gelmesi. Tarihten güncele doğru inanılmaz benzerlikler… XVI. yüzyılın başlarında İran’da kurulan yeni devlet, tarihin akışını değiştirdi. Devletin kurucuları olan Kızılbaş Türkmenler aynı zamanda onun kurbanıydılar da. Şah’ın emirlerine kayıtsız-şartsız itaat ettiler. Bir yanda Şah’ın otoritesini kurmak, diğer yanda ülkenin sınırlarını korumak ve devleti ayakta tutmak için canlarını verdiler. Bazen onlar Şah’a hakim oldular, bazen de şah onlara. Bu kitapta Şah İsmail ve Kızılbaş hareketi orijinal kaynakların ışığında inceleniyor. Bilinenin aksine bambaşka bir Şah İsmail portresi çıkıyor.

Prof. Dr. Nurullah Genç’ten Tavsiyeler
Bu sayımızda; Çocuklar Üşümesin, Nuyageva, Yankı ve Hüzün, Aşkım İsyandır Benim, Siyah Gözlerine Beni de Götür, Yanılgı Saatleri, Yağmur, Rüveyda, Denizin Son Martıları, Aşk Ölümcül Bir Hülyadır, Hüznün Lalesidir Dünya, Siyah Beyaz Tabletler, Söyle Bana Hindiba, Gül ve Ben, Yürüyelim Seninle İstanbul’da, Müpteladır Gemiler Benim Denizlerime, Mahrem ve Münzevi, Sessiz Kalan Bu Şehri Yakmayı Çok İstedim, Birkaç Deli Güvercin, Çanakkale: Her Şey Yanıp Gül Oldu, Ateş Semazenleri, Ölüm Noktürnü, Harflerin Simyası, Tutkular Kader Oldu, Yollar Dönüşe Gider, Bilardo Telmihleri, İntizar, Omuzlarımda Dünya ve daha birçok akademik ve edebi eserin sahibi; şair, romancı ve iktisatçı Prof. Dr. Nurullah Genç’e “Hangi kitaplar mutlaka okunmalı?” diye sordum. İşte aldığım cevaplar:

Dinle ki Dinlenesin
Ömer Tuğrul İnançer / Mecra
“Tasavvuf bu devirde olmaz diye düşünmemek gerekir. Bu devrin geçmiş devirlerden farkı ne ki bu devirde tasavvuf olmasın! Daha yüksek binalar, daha geniş yollar, daha hızlı vasıtalar mı tasavvufun günümüzde olmamasına sebep olacak! Bunlar neyi değiştirebilir? Çamaşır makinesinden elektrik süpürgesine varıncaya kadar teknolojik icatların tümü, insanların eskiden çok gayret sarf ederek yaptıkları işleri makine vasıtasıyla daha az gayret sarf ederek yapmalarına yarar. Eskiden çamaşır kille, külle, sabunla, sodayla, çivitli suyla ya da kazanda kaynatılarak dere başında yıkanıyordu ama hep yıkanıyordu. Çamaşırın makine ile yıkanması mı ilerilik! Sevgi olduğu müddetçe tasavvuf vardır. Nefis olduğu müddetçe –ki kıyamete kadar var olacaktır– tasavvuf vardır. Bu devirde tasavvuf olur mu diyenin şaşarım akl-ı perişanına.” Yaşadığımız çağın hengâmesinde uzaklaştığımız ihlas, edep, sıdk, muhabbet gibi her birimizin sahip olmak istediği güzel hasletleri odağına alan bu çalışma, Dinle Neyden programındaki konuşmalardan hareketle yayıma hazırlandı. Ömer Tuğrul İnançer tasavvufun en temel konularını anlattığı bu kitabında bizi iyiye, güzele ve doğruya davet ediyor.
Doğu Batı Arasında İslam
Aliya İzzetbegoviç / Ketebe
Son yüzyılın en önemli Müslüman düşünür ve devlet adamlarından birisi olan Aliya İzzetbegoviç’in başyapıtı sayılan Doğu Batı Arasında İslam, büyük bir bilgi birikimini derin bir tefekkür ile harmanlayarak geniş bir bakış açısı sunuyor. Felsefe, sanat ve sosyoloji gibi disiplinlerin kültürel öğelerle etkileşimlerini temel alan bir düşünce sistematiği inşa eden İzetbegoviç, İslam’ın kuşatıcı ve dönüştürücü özüne doğru bir yol izliyor. Doğu’da ve Batı’da, İslam’ın bütün güzelliklerini tıpkı güneşin hareketlerini takip eder gibi modern dünyanın karanlık yanlarına ulaştırmak isteyen bu eser aynı zamanda örnek bir yaşamın da ürünü. “İslam, adını kanunlarından, emir ve yasaklarından, talep ettiği bedensel ve ruhsal çabadan değil, tüm bunları kapsayan ve aynı zamanda aşan, bir marifet anından, ruhun zaman ile yarışma kuvvetinden, bir mevcudiyetin sunabileceği her şeye tahammül etme dirayetinden, tek kelime ile teslimiyet hakikatinden almıştır. Ey teslimiyet, senin adın İslam’dır!”
Mimarlık ve Felsefe
Dücane Cündioğlu / Kapı
İstemiyormuş gibi göründüklerine düşkünlüğü, tam da ortadan yarılmasının en temel nedeni. Hesaplaşmaktan kaçınmasının da. Bu mütereddit, bu endişeli, bu ikircikli hal Türkiye’nin gerçekte en büyük avantajı. Berzahta olmak onun yazgısı çünkü. Arafta kalmak. Bu nedenle doğu ile batı, geçmiş ile şimdi, din ile dünya, akıl ile kalb, kuram ile eylem arasında çırpınmak zorunda olmayı bir zaaf olarak görmemeli, ikisinden birini tercih etme, tatmin olma, huzura kavuşma kolaycılığına kapılmak yerine Türkiye bu kendine özgü çelişkilerin içerisinden dünyaya bakabilme ayrıcalığının hakkını vermeli. Diyalektiğin hakkını.

Önceki Yazı

Çerkes değil “Beyaz Köleler”

Sonraki Yazı

Tiyatro oyuncunun egemenliğindedir

Son Yazılar