Beden bir tür onama mecrası haline geldi

17 dakikada okunur

Sıradanın Kırılganlığı kitabının editörü Mehmet Emin Balcı “mutlu olmak” veya “iyi hissetmek” adına birçok şeyin üzerimizde tuhaf güç gösterileri düzenlediğini; cerrahi ve kozmetik mucizelerin, inanırsak başarabileceğimizi söyleyen motivasyon konuşmalarının ve sürekli görülen ama girilmeyen cennet suretlerinin bedeni günümüzde görünmez kılarak değil, aşırılaştırarak ortadan kaldırdığını söylüyor.

Mehmet Emin Balcı’nın editörlüğünü yaptığı Sıradanın Kırılganlığı: Beden Sosyolojisi Hikayeleri İnsan Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Kitap, Balcı’nın İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünde verdiği Bedenin Toplumsal İnşası dersinde öğrencilerinden final sınavı yerine istediği “dünyaya temas ettiklerini hissettikleri en çarpıcı, en akılda kalıcı herhangi bir deneyimlerine” dair metinlerden ve yazarların kendi metinlerini oto-analize tuttukları başka metinlerden oluşuyor. Ünlü sosyolog Bryan S. Turner’ın “insanı kırılgan varlıklar” olarak tanımladığı bir sunuş yazısı ile katkıda bulunduğu kitap hem teknik hem içerik olarak oldukça çarpıcı veriler sunuyor ve beden sosyolojisi alanında literatüre önemli katkıda bulunuyor. Kitapta yer alan aşk, ölüm, ortancalık, solaklık, tüp bebek, yaşlılık, yalnızlık gibi sıradan hikayelerden müteşekkil gibi görünse de biricik. Onları biricik yapan şey ise yaşamlarımızın biricik olması. Balcı ile Sıradanın Kırılganlığı ve beden sosyolojisi üzerine hasbihal ettik.

Travmalarımız ancak diğerlerinin aynasında görülür
Howard S. Becker Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi adlı kitabında öğrencileriyle yaptığı bir yazı atölyesinden bahseder ne var ki öğrencilerin çalışmalarını göremeyiz. Sizin kitabınız bu anlamda benim için oldukça heyecan vericiydi. Zira kitap, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde verdiğiniz Bedenin Toplumsal İnşası dersinde öğrencilerden final sınavı olarak istemiş olduğunuz “dünyaya temas ettiklerini hissettikleri en çarpıcı, en akılda kalıcı herhangi bir deneyimlerine” dair metinlerden ve bu metinlerini oto-analize tuttukları başka metinlerden oluşuyor. Yapmış olduğunuz bu sıra-dışı çalışma hem teknik hem içerik açısından beden-sosyolojisi alanında literatüre nasıl bir katkıda bulunuyor?
Literatürdeki çoğu çalışma, ilkece değil belki ama pratikte bedenin bir kavşak noktası olduğunu unutuyor. Beden çalışmaları modern kültürün bastırdığı, unuttuğu ya da oyun dışı bıraktığı şeylerin geri dönüşünden (duygular, cinsellik, öznellik) yola çıktı. 1968’in radikalizminin aktörlerin kendilerini temsil edebileceğine dair verdiği umut, bedenle ilişkili pek çok şeyin de hatırlanmasına yol açtı. Diğer yandan geçen elli yıllık süreçte yaşananlar aslında farklı bir tür unutmaya neden oldu. Marjinalleştirilmiş kimliklerde keşfedilen egzotizm deneyimlerimizin aynı zamanda diğerlerine benzediğini, bizi biricik kılan tüm travmalarımızın ancak diğerlerinin aynasında görülebileceğini hızlı geçiyor. Sosyal bilimler bir süredir düşünümsellik yani gözlemcinin bilgisini dayandırdığı örtük kabulleri sorgulamak gerektiğini sürekli ifade ediyordu ancak deneyimin kendisi ile bilgisi arasındaki uçurum yine de varlığını koruyor. Bu çalışma biraz bu uçurumu kapatma girişimi. Bir yandan deneysel bir çalışma… Diğer yandansa literatürün zaten elli yıldır savunduğu teorik ilkeleri hayata geçirme denemesi.
Kitaptaki metinler aşk, ölüm, beğenilme arzusu, solaklık, yaşlılık ve yalnızlık, ortancalık, aile ve toplumun birey üzerindeki etkisi, tüp bebek tedavisi gibi birbirinden farklı, her biri biricik ve olabildiğince sıradan kırılma anlarını anlatıyor. Üslup ve kurgu bakımından kitapta yer alan pek çok metin bir öykü kitabında yer alacak düzeyde yetkin bir okuma lezzeti sunuyor. Onları bir olgu haline getiren ve sosyolojiye -beden sosyolojisine- yaklaştıransa yazarların kendi deneyimlerinden hareketle yazdıkları metinleri kimi zaman oldukça sert bir üslupta eleştirdikleri oto-analiz metinleri. Yazarların kendi metinlerine bu denli mesafeli yaklaşabilmesi oldukça çarpıcı. Anlatıcı-yazar ile eleştirmen-sosyoloğu bir arada tutan yahut ayıran şey nedir sizce?
Sosyolojiyi en çok uğraştıran şeyin açıklayıcılık/nesnellik ile anlayıcı/öznellik gerilimi olması bir tesadüf değil. Kendimizle diğerleri arasında bir sınır olduğunu biliyoruz. Bu sınıra göre kendimizi kontrol ediyor, itaat ediyor ya da isyan ediyoruz. Burası doğru ama söz konusu sınırların nerde başlayıp nerde bittiğini tam olarak bilmiyoruz. İçimiz çok kalabalık olabiliyor bazen. Bazense kalabalıklar içinde kendimizi çok yalnız hissedebiliyoruz. Kendimizi bir hikayenin kahramanı kılıyoruz ancak yaşam önümüze başka hikayeler getiriyor. Şimdiden o biricik ana baktığımızda bir zamanlar canımızı yakan şeyler komik görünebiliyor ya da gülüp geçtiğimiz şeylerin altındaki elemi fark edebiliyoruz. Tasarılarımızın, eylemlerimizin ve olmak istediğimiz kişinin, her şeye rağmen, çok değişkenli bir süreçte şekillenmesi kendimize daha mesafeli bir yerlerden bakmayı zorunlu kılıyor. Farklı koşullar, farklı etkenler, farklı karşılaşmalar içinde benzer şeyleri hatırlıyor, benzer şekilde tanımlıyor ve benzer şekilde davranıyorsak bu benzerliğin altının biraz deşilmesi gerekiyor. Söz konusu sürekliliği sağlayan psişik, metinsel ya da kolektif mekanizmaları keşfetmek yaşayan, anlatan ve analiz edenin yollarını buluşturan şey değil mi zaten?

Bedeninizin sınırları dünyanızın da sınırlarıdır
Kitabınıza sunuş yazısı yazan ünlü sosyolog Bryan S. Turner’ın ve sizin yazdığınız yazıda ön plana çıkan kavramlardan biri de “bedeni kontrol etmek” “bedenini kullanmayı öğrenmek” idi. Bedenini kontrol etmek yahut kullanmayı öğrenmek temel eğitim aşamalarından biri. Tam bu satırları yazdığım gün çocuk yaşta diyabet hastası olan bir akrabamızın annesi ile bu anlamda bir konuşma geçti aramızda. Diyabet hastalarının hayatını kolaylaştıran, insülin seviyesini ayarlayan vücuda bağlanmak suretiyle çalışan bir pompa sistemi olduğunu ve fakat 11 yaşındaki kızının henüz bunu kullanacak yetkinlikte olmadığını, pompanın tıkanıp tıkanmadığını anlamayacağını söyledi. Küçük kız henüz bedenini tanımayacak, aksi bir durumda bunu fark edemeyecek bir yaşta idi. Bedenini kontrol etmeyi/kullanmayı öğrenme süreci ne zaman son buluyor? Yoksa ergenlik, cinsellik, doğum, yaşlılık gibi süreçlerden ve kırılma anlarından geçen insan hayatı boyunca bu sürecin içinde mi bulunuyor?
Kitap’taki “İğne Oyası” isimli hikâyede genç bir anne adayı, yaşadığı benzer bir süreci anlatıyordu. Bedeni kullanmayı öğrenmek hiç bitmeyecek bir süreç. Tüm acı, zevk, ideal ya da hezimetler bize bedenin dolayımında kendi gösterir. Wittgenstein’ın ünlü sözünü biraz değiştirirsek, bedeninizin sınırları dünyanızın da sınırlarıdır. Ucu açık bir dünyanın içinde var olduğumuza göre bu dünyadaki her türlü kırılma ve değişim bizi de değiştirir ve haliyle bedeni kontrol etme sürecimiz yenilenir. Bir vidayı sıkmak için kurbacığı doğru tutmayı, ince şakalarla süslediğimiz sunumumuzla patronları etkilemeyi, herkesin ağladığı bir cenazede gülmemeyi, arkadaş grubumuzun çok eğlendiği bir ortamın tadını kaçırmamayı öğrenmemiz gerekir. Büyüdükçe, farklı rolleri icra ettikçe, farklı hedeflerin peşine düştükçe bedenimizi de onu çevreleyen dünyaya yeniden uydurmak zorundayız. Bahsettiğiniz yaşam döngüsü içinde her bir dönem kendini tek ve vazgeçilmez gibi gösterirken, tamamlandıklarında bir sonraki evreye geçiş yapmak zorunludur. Aksi takdirde koca bebekler ya da minyatür yetişkinlerle karşılaşırız. Hilkat garibeleri değil ama kültür garibeleri…
Geleneksel toplumlarda ve bu toplumların kurguladığı anlatılarda bedenden bahsetmek bir tabu gibidir ve hatta bedeni kontrol etme tecrübesi, bedenin istekleri bu kadar hayatı yönlendirirken bedenin varlığı yok sayılıyormuş gibi yapılır. Oysa bugün beden hâkim anlatı ve kimliği sunmanın ve dahi teşhir etmenin en etkili yolu haline geldi. Bu durum beden sosyolojisi alanına nasıl sirayet etti?
Açıkçası geleneksel toplumlarla neyin kastedildiğini tam bilmiyorum. Öte yandan modern öncesi toplumlarda bedenin yok sayıldığını söylemek güç. Norbert Elias’ın Uygarlık Sürecinde gösterdiği gibi her toplum var olmak için birtakım beden kontrol teknikleri uygular. Cinselliği, yeme içmeyi ve gündelik yaşamı düzenleyen rejimler vardır. Bu sınırlamaların doğrudan bedeni yok saydığı söylenemez. Tam aksine bedensel sınırlamalarla taşkınlıkların içi içe düzenlediği toplumlardan bahsediyoruz. Bayramların, festivallerin işlevi bu. İlkel topluluklardaki ergime törenleri, kilise talebelerinin kutladığı eşek bayramı ya da Anadolu ve pek çok tarım toplumunda hasat zamanı yapılan şenlikler gereksiz eğlenceler değil. Belirli bir toplumsal bütünleşmenin yanında taşkınlığa, bir tür istiğrak haline de yer açma girişimi. Modern dünyanın temellerini atan bilimsel, ekonomik ve siyasal devrimlerin benzer ortak noktası mutlak bir yasaya göre evreni/bedeni düzenlemekti. Varlığını daha büyük bir varlığa (uygarlık, ulus, sınıf vb.) armağan etmiş homojen bir topluluk kurma hayalidir modern kültüre hayat veren şey. Daha büyük hedefler uğruna sürekli bir öz-denetim, istiğrak ve oyunun en büyük günah görüldüğü bir yaşam tarzı ile sonuçlandı. Beden sosyolojisi, modern kültürün bu uğurda baskıladığı şeylerin dışa vurumu olarak, bireysel ve kolektif düzeyde doğan tahribatın ve yeni ilişki formlarının ürünü olarak doğdu. Öte yandan günümüzde bu önemli açılım bir beden fetişizmine dönüşüyor. İşaret edilen şeylerin gerçek anlamı çözümlenmeden beden, bir tür onama mecrası haline geliyor. Bedenlerin kapatılmasının yerini serbestleşme, bastırmanın yerini ayartma alıyor fakat bu süreçlerde bedenleşme biçimlerimizi dışsal bir zorlamayla değil, kendi irademizle devrediyoruz. Sanki “mutlu olmak” veya “iyi hissetmek” adına birçok şey üzerimizde tuhaf güç gösterileri düzenliyor. Cerrahi ve kozmetik mucizeler, inanırsak başarabileceğimizi söyleyen motivasyon konuşmaları ve sürekli görülen ama girilmeyen cennet suretleri bedeni günümüzde görünmez kılarak değil, aşırılaştırarak ortadan kaldırıyor.

Önceki Yazı

Ülkeme Grammy ödülü getirmek istiyorum!

Sonraki Yazı

Üsküp’ten İstanbul’a bir asırlık yolculuk: Sadeddin Sırrı ilahileri

Son Yazılar