Bütün her şey, yeni bir ‘olmanın’ eşiğinde. Kapı, kapalı. Duvarın ardında nelerin olduğunu bilmiyoruz. Ama başka bir boyutun var olduğunu hissediyoruz. Kendimizle cebelleşip duruyoruz gitmek ve kalmak konusunda. Gitmek istiyoruz. Korkuyoruz. Karşımıza çıkacak gerçekle yüzleşmekten korkuyoruz. Değişebilecek renklerden, dönüşebilecek duygulardan, dahası kendimizden…
Yönümüzü döndüğümüz her şey bize yabancılaşıyor durmadan. Tuttuğumuz eşya, yaşadığımız ev, hissettiğimiz beden. Çocuklarımız. Aşklarımız. Var oluşumuzun mütemmimleri… Anlar. Bize özgü figürler. Telaşlarımız bile…
İşte geldik büyük kapının önüne. Ağır bir komadayız. Bu hastalık hali sürerse eğer, daha da içinden çıkılmaz bir kuyuya düşeceğiz. Bunu iyi biliyoruz. İyileştiğimizde, yeniden itecek bizi ardımızdaki eller kendi ovalarına ve vadilerine. Onların istediklerini yaşayacağız. Onların istedikleriyle sürdüreceğiz yürüyüşümüzü.
Kalbimizi düşüncelerimizin merkezinden çıkardığımızdan beri bu şaşkınlığı yaşıyoruz. Mesela, “Bizde gizlenmiş bir Allah sesi var; ona kalp diyoruz” diyen Nurettin Topçu’yu kazıyıp attığımız günden beri düşüncemizin ana yollarından. O yüzden anlayamıyoruz bu sesin ne söylediğini ve neden böyle bir şaşkınlığı yaşadığımızı…
“Kalp, dostluğun tükenmek bilmez kaynağıdır. Verdikçe verme ihtisasını artırır, sevdikçe sevme iştiyakını taşırır. Kalp, sonu olmayan gençlik, korku bilmeyen ölümsüzlüktür.”
Dostluklarımızı kör kuyulara attığımız için üzülmüyoruz. Her kaybedişin ardından yeni ve bazen hiçbir işe yaramaz dostluklara açıyoruz kalbimizi. O yüzden kaybediyoruz kalbin erdemini. “Kalpler, Allah’ın görüldüğü yerler” değil miydi?
Yeni dualar öğreniyor dillerimiz. Türkülerimiz yeni anlamlar için söyleniyor. Yeni çocuklar büyütüyoruz kangren olmuş beton duvarların arasında. Yeni nutuklar atıyoruz. Ama gerçek olan kalbi ve bilgiyi unutuyoruz. Uyuşmuş beyinlerimize şırınga ettiğimiz bütün bu ‘yeni şeyler’, gerçek olandan uzaklaştırıyor bizi habire. Farkına bile varmıyoruz.
Fakat kalp isyan etmiyor. Öyle diyor Nurettin Topçu: “Kalbin insanlardan çektiği bunca çilelere rağmen insanoğluna hizmetten usanmayışının hikmetine şaşacaksın belki…”
Kalbimizi kullanmayı ve onun hünerlerini bilmeyi unuttuk. Öfkelerimizi ve sevinçlerimizi neye göre ayarladığımızı hatırlamıyoruz artık. Sadece durduğumuz kapının önünde ve o kapının ardını merak ediyoruz. Yürüyüp geldiğimiz çeşit çeşit koridorların bize hiçbir şey ifade etmemesini anlayamıyoruz. Geride bıraktıklarımızın, donandıklarımızın, doyduklarımızın, ağladıklarımızın, hüzünlendiklerimizin “neden”lerini düşünmüyoruz. Sadece ve sadece o kapıyı geçmek ve duvarın arkasında olmak istiyoruz. Bilmiyoruz ki, bu kapı, bir adım önce geçtiğimiz kapıdan pek farklı değil.
Sadece hep yürümek istiyoruz, kalbi ve bilgiyi geride bırakarak. Kalbini ve bilgisini geride bırakarak sadece yürümeye ayarlanmış bir adım nereye götürür ki insanı?
Diyor ki Nurettin Topçu: “Bilgi kalbe diken olduktan sonra, dikenden sakınan gül olmak daha iyi idi. Vay güllerle, ağaçlarla, kurtlarla, kuşlarla konuşamayanların haline. Rüzgârların, derelerin ve dağların dilinden anlamayan, cehennemi uzak bir akıbette aramasın sakın. Kalbin emirleri bir zorbadan, bir zenginden, bir hasetten alınır mı sanırsın? Onun emirleri nazenin bir ağaçtan, hıçkıran bir kuştan, ağlayan bir dereden alınır.”
Ve belki sırf bu yüzden, kalbi kuşanarak yürümek… Bilgiyi de alarak terkimize… Sonra geçip gitmek kapının eşiğinden ve uzanmak özlenene… Ancak o zaman mümkün olur yeniye kavuşmak.
Adımlarımız hep ileriye, evet, ama kalbin derin inleyişini, eleyerek hazmettiğini, dünden yarına taşıdığını da alarak yedeğimize…