Bir davet, bir kitap, bir şehir, birçok zaman: Bir Kahire seyahatnamesi

11 dakikada okunur

En sıcak günün en sıcak gecesinde yazamadığım yazıya, ertesi günün gök gürlemeleri arasında öğleden sonra teslim etmek üzere başladım. Bu konuyu bu sabaha bırakmış olmam beni üzüyor, kafamdaki plana uyamadığım için strese kapılıyor ama biraz yol alırsam dar bir zamanda ortaya ne çıkacağını da merak ve heyecanla bekliyorum. Hüzün, stres, merak, heyecan… Yeni bir yola çıkarken de aşağı yukarı böyle hisler yaşamaz mıyız? Hiç aklınızda yokken “haydi” der biri ve harekete geçersiniz. 2019 Şubat’ında çıktığım Mısır seyahatim tam da böyle başlamıştı. Ahmet Murat ailesiyle Kahire’ye gitmeye karar verdi. Gelmek isteyen var ise buyursun, deyip Beyrut aktarmalı biletinin saatini paylaştı. Onlar için de planda olmayan bir yolculuktu. Uçuşa birkaç gün vardı, bir hafta kalınacaktı, bilet alıp ekibe dahil olmam ise sadece birkaç dakikamı aldı. 

Bavulumu hazırlarken uzun zamandır Mısır’a dair bir şeyler okuyup izlemediğim için kendime kızdım. Tamam, Mısır Kraliçesi Haçepsut’un MÖ 1481’deki Punta Seferi’ni anlattığı, dünyanın bilinen en eski seyahatnamesinden başlayamasam da en azından birkaç Necib Mahfuz romanına tekrar göz atabilirdim. Bu kadar söylendikten sonra yanıma sadece o günlerde yeni basılmış Michael Sugich’in Ufuklardaki Âyetlerini almak istedim. Henüz kitabın başındaydım. Okudukça yazarın sayfalar arasında âdeta benim için bıraktığı küçük hediyelerle karşılaştım. Kahire sokaklarından, Ezher’den, Ölüler Şehri’nden bahsediyor hatta İbn-i Atâullah el-İskenderî Camii’nin nasıl yapıldığını anlatıyordu. Bölümleri okuduktan hemen sonra o günkü ziyaretimizi tam da o mekâna yapacağımızı öğreniyor, hayretler içinde kalıyordum. Yolculukta yanınızda kim ve ne var ise yolunuz ona göre şekilleniyor.

İçimdeki tüm sesleri susturan yer

Ölüler Şehri içimdeki tüm sesleri susturdu. Burası Kahire’nin kuzey ucunu kilometreler boyunca kesen, 12. yüzyıldan kalma kocaman bir Memluk mezarlığı… Günümüze kadar Mısır’da vefat edenler için ebedi istirahatgâh olan bölgenin büyüklüğü, sanki her şeyi yok ediyor. Küçük taş evler şeklinde yapılmış aile kabristanlarına selam verirken, her an bir mevtanın kapıyı açıp selamımı alacağını ve bize hoş geldiniz diyeceğini düşündüm. Ahmet Murat aynı zamanda bizi her an dirilerin de selamlayabileceğini anlattı. Bölgede yaklaşık 500 bin kişi yaşıyordu. Bir kısmı atalarına yakın olmak, büyük bir kısmı ise barınmak için burada kalıyordu. Şöyle ki Ölüler Şehri’nde mezarlıklardan birine tek göz oda yapılarak yaşamaya başlanıyor, o kişi öldüğünde evinin altına gömülüyor. Daha sonra bu mezar evler yoksul bir ailenin yaşaması için tahsis ediliyor. Yeni aile aynı zamanda mezarı koruma görevini de üstlenmiş oluyor. İstanbul’da kabristanlarla iç içe yaşamaya alışkın olsak da bu ilginç yaşam şekli hepimize fazla gelmişti. Fakat Eski Mısırlıların inşa ettikleri mezarları ve ölülerini mumyaladıklarını düşününce, aslında bu durum onların kültürü için oldukça normaldi. 

İmam Şafi’den Zünnûn-ı Mısrî’ye bu kabristanda çok sayıda Allah dostu ve alim de vardı. Yaşayan kapılardan birinde İbn-i Ataullah el-İskenderî’nin türbe ve camisinde uzunca soluklandık. Ahmet Murat yıllar önce bu makamı ziyaret ettikten sonra gezdiği kitap fuarında sürekli karşısına çıkan İskenderî kitaplarını alıp, yarım bıraktığı akademik çalışmalarına geri döndüğünde hiç tereddüt etmeden onun eserleriyle yoluna devam ediyor. Bir seyahatin ve ziyaretin hayatına nasıl yön verdiğini bize olayın merkezinde anlatıyor. Sıra caminin yapılış hikâyesine gelince kaç gündür elimde gördüğü Ufuklardaki Âyetler kitabına atıfla, o bölümü anlatmamı istiyor. Anlatıyorum. 

Bugünlerde Ölüler Şehri’nin Kahire’yi yeniden şekillendirmek, insan ve araç trafiğini rahatlatmak için yok edilmeye çalışıldığını okudum. Yüzyıllar boyunca azizlerin, alimlerin, prenslerin ve halkın defnedildiği orijinal mimarisi ve yaşam şekliyle bu şehir, dünyanın sonuna kadar ölüsüyle dirisiyle ayakta kalmayı hak ediyor. 

Meşhur kahvehane “Fişavi”

Kitabın ortasından, Kahire’nin merkezi Han el-Halili’den devam edelim. Kahire’nin en eski mekânlarından olan bu çarşı asırlardır ticaretin kalbi olarak biliniyor. Kendimi bir an Eminönü meydanından Kapalıçarşı’ya doğru yürür gibi hissediyorum. Onlarca dükkân, Mısır kültürüne dair otantik eşyalar, baharat ve kahve kokuları…  Ve nihayet Fişavi’deyiz. 1773 yılından beri sayısız insanın oturduğu bu meşhur kahvehanede büyükçe bir masaya yerleşiyoruz. Buranın Mehmet Akif’ten Necip Mahfuz’a, Kral Faruk’tan Morgan Freeman’a pek çok ismin uğrak yeri olduğunu konuşuyoruz. Bir hafta önce biri çıkıp bize Ahmet Murat ile burada kahve içeceğimizi söylese hayal gücüne hayran kalır, güler geçerdik. Şimdi burada kahvehaneye girip çıkan satıcılarla sohbet edip Ahmet Murat’ın Ezher’deki hatıralarını dinliyoruz. Ardından Ezher Camii’ne gidiyor, üniversitenin halka açık derslerine katılıyor, dersten sonra hocasıyla sohbet ediyoruz. Burası Kahire’deki tüm sesleri susturan asaleti ve beyaz mermerlerine yansıyan minareleriyle beni kalbimden vuruyor.  

Malum Muharrem ayındayız. Şimdi sizi bu ayın ruhuna uygun 1154 yılından beri tüm heybetiyle var olmaya devam eden Hz. Hüseyin Camii ve Türbesi’ne götüreyim. Türbenin tartışmalı olduğu söylense de Hz. Hüseyin’in kesik başının caminin altında gömülü olduğuna inanılıyor. İbn Batuta da Kerbelâ olayından sonra Hz. Hüseyin’in başının Suriye’deki Ummayad Camii’nde olduğunu, sonra Filistin’e gömüldüğünü, en sonunda ise bir Fatımi yöneticisinin Haçlılardan muhafaza etmek amacıyla Kahire’ye getirip bugünkü Hz. Hüseyin Camii’nin altına gömdüğünü anlatır. 

Ne Kahire ne İskenderiye ne de Mısır bu anlattıklarımdan ibaret… Konstantinos Kavafis’in “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir.” diye dilimize doladığı, Necip Mahfuz’un Miramar’ında “çiğ damlası sultanı, beyaz haleli bahar” diye sevdiği İskenderiye sokaklarında ben de yağmurlu bir günde dolaştım. Piramitlerle Antik Mısır’a ışınlanıp Nil Nehri’nin kıyısında tropikal meyve suları içtim. Zamanın ve mekânın şehirden şehre değil de sokaktan sokağa değiştiği Mısır, beni yeniden ve aniden ne zaman çağıracak hasretle bekliyorum. 

Epeydir Betül Yeşil “haydi, gel” diyordu. Seyahate sebep bazen de bir dost çağrısıdır. Az önce tren biletimi aldım, yarın dergi matbaaya ben de Ankara’ya yolcuyuz.

Önceki Yazı

Trenler akıp giden bir nehirde ilerler mi?

Sonraki Yazı

Yaşayan bir müze “Kotor”

Son Yazılar

YKY’de son çıkanlar

Yapı Kredi Yayınları eylül ayında birçok yeni kitap çıkardı. Yapı Kredi Yayınları’nın çıkardığı bu kitaplara gelin

Altın Portakal başlıyor

61. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, başarılı oyuncu Sedef Avcı’nın sunumu ve oyuncu Serhat Kılıç’ın