Tarihin tozlu sayfalarında kalan acı ve tatlı hatıralar mı yoksa bugüne ve geleceğe dair bir umut kaynağı mı? Endülüs’ün sokaklarını adımlarken aklımı en çok meşgul eden soru buydu. Yıllar boyu bazen Yahya Kemal’in Endülüs’te Raks şiirini okuyup coşkuyla “Ole!” dediğimi, bazen ise Sezai Karakoç’un tercüme ettiği Ebu’l-Bekâ Er-Rundî’nin Endülüs Mersiyesi’ni okuyup hüzünlendiğimi bilirim çünkü. Bir tarafta İslam medeniyetinin en parlak yıldızlarına bakıp yönümüzü bulduğumuzu fark edip bu birikime hayranlık duyarken, bazen ise 1492’den sonra Endülüs’te kalan Müslümanların yaşadıkları acılara kulak kesilip acıyı yüreğimde hissettim. Şimdi ise Gırnata Ulu Camii avlusundan, El Hamra Sarayı’nı en iyi gören noktadan gün batımını izleyip bir sonraki günün zihnimizde yoğrulmuş Endülüs hayallerinin gerçekleştiği gün olacağını bekliyorum.
İspanya’dayız. İlk durağımız olan Sevilla hem bugün İspanya’nın güneyindeki Endülüs Özerk Bölgesinin başkenti hem de 711’den sonra bölgeye gelen Müslümanların ilk idari merkezi. Endülüs bölgesinin en kalabalık nüfusa sahip şehri olan Sevilla, Müslümanlar tarafından İşbiliyye olarak isimlendirilmiş. Şehir İslam tarihinin yanında Hristiyanlık için de büyük bir önem taşıyor zira geçmişte Müslümanların şehirdeki en büyük camilerinin yerine inşa edilen ve en büyük kilise ünvanını Ayasofya’nın elinden alan Sevilla Katedrali bugün hem en büyük gotik katedral olma özelliği taşıyor hem de dünyanın en büyük 3. kilisesi olarak tanımlanıyor. Kilisenin çan kulesi olan Giralda başlı başına önemli bir eser; minare olarak inşa edilen bu kule katedralin inşasından sonra eklemelerle çan kulesine dönüştürülmüş fakat dikkat kesildiğinizde içerisinde hâlâ sabah ezanını okumak için nefes nefese minareye çıkan müezzinin yankılanan sesini duymak mümkün.
Sevilla’daki Alcazar, Endülüs medeniyetinin Avrupa’yı ne ölçüde etkilediğinin çok güzel bir örneği. Girdiğiniz anda Endülüs Müslümanları tarafından inşa edildiğine emin olabileceğiniz bu saray aslında Müslümanlar tarafından kullanılan sarayın kalıntılarının üzerine Hristiyan krallar tarafından Müdeccen mimari tarzında inşa edilmiş ve bu özelliğiyle El Hamra’nın küçük bir kopyasını andırıyor. Bugün bir bölümü hâlâ kraliyet ailesi tarafından kullanılan sarayın bahçeleri ise sıcak yaz günlerinde dinlenmek ve serinlemek için güzel bir imkân sunuyor.
Eski cazibesinden uzak Kurtuba
Sevilla’dan sonraki durağımız, Endülüs’te yaşayan Müslümanlara uzun zaman boyunca başkentlik yapmış olan Cordoba. Arapçada Kurtuba olarak isimlendirilen şehir bugün eski cazibesinden çok uzakta fakat içerisinde barındırdığı Kurtuba Camii nedeniyle dahi görülmeye değer. Endülüs’ün Müslümanlar tarafından kaybının en acı manzarasını bu cami sunuyor. Kurtuba’nın Hristiyanlar tarafından ele geçirilmesini takiben caminin tam ortasına büyük bir katedral inşa ediliyor ve cami envai çeşit heykeller ve resimlerle donatılarak bir katedrale dönüştürülüyor. Yine de caminin mihrabının güzelliği ve ihtişamı yapı içerisindeki diğer tüm unsurları gölgede bırakarak öne çıkıyor. Mihrabı gördüğümde aklıma Muhammed İkbal’in 1933’te tam bu noktada namaz kılarken çekilmiş fotoğrafı ve bu ziyaret sonrasında Kurtuba için yazdığı şiirdeki “Ey Kurtuba Camii senin varlığın aşktandır” mısrası geliyor ki ben de aynı hissi iliklerime kadar taşıyorum. Bugün turistik olarak ziyarete açık olan Kurtuba Camii, ziyaretçilerine katedral-cami olarak tanıtılıyor. Kurtuba Camii’nin içerisi bir nevi sütun ormanı, 850’den fazla sütunu birbirine bağlayan kırmızı beyaz kemerlerle birlikte masalsı bir güzellikle baş başa kalıyorsunuz.
Kurtuba’daki ziyaretimizin bir sonraki durağı ise Endülüs Evi (La Casa Andalusi). Roger Garaudy ve eşi Selma Faroukî tarafından Endülüs kültürü müzesi olarak tasarlanan bu ev hem 12. yüzyıl civarında bu bölgedeki bir evin nasıl göründüğünü canlandırıyor hem de bölgedeki geleneksel kağıt üretimi ile yazı sanatı hakkında bilgiler veren bir köşe barındırıyor.
Seyahatimizin bir sonraki durağı, İber yarımadasındaki Müslümanların son devleti olan Gırnata Emirliği’nin başkenti olan Gırnata şehri, bugünkü ismi ile Granada. 13. yüzyılın ilk yarısında İber yarımadasının güneyindeki şehirler birer birer Hristiyanların kontrolüne geçerken güneyde kalan son toprak parçasında 250 yıldan uzun süre boyunca hüküm sürecek olan Gırnata Emirliği kurulmuş ve bölgedeki Müslümanlar hızla bu emirliğin sancağı altına göç etmişler. Bugün dahi Endülüs bölgesindeki şehirlerde Müslümanların etkisinin en yoğun hissedildiği şehir burası. Bunda 2003 yılında El Hamra sarayını en güzel gören noktalardan birine, Albaicin mahallesine inşa edilen Granada Ulu Camii ve çevresine yerleşen İspanyol Müslümanların payı elbette çok fazla. Söylendiğine göre atalarının bu bölgede yaşayan ve zamanla zor kullanılarak Hristiyanlaştırılan Müslümanlar olduğunu öğrenen birçok kişi bugün köklerini hatırlayıp Müslüman oluyor.
Zamansız bir şaheser El Hamra Sarayı
El Hamra Sarayı hem Granada’nın hem de bütün İspanya’nın en çok ziyaret edilen mekânlarından birisi. Bu şehirdeki son Müslüman devleti olan Gırnata Emirliği döneminde inşa edilmeye başlanan saray Hristiyanlar tarafından da kullanılmış fakat zamanla önemini yitirerek terk edilmiş. Öyle ki El Hamra Sarayı’nın ancak yüzde yirmisinin günümüze ulaşabildiği söyleniyor. İçerisinde birden çok saray, bahçe ve yerleşim yeri barındıran El Hamra’nın özellikle yabancı turistlerin ilgisini çektiği fark edildikçe, 19. yüzyıl sonlarından itibaren sarayda restorasyon çalışmaları başlamış ve yıllar boyunca süren restorasyon sonucunda saray büyük bir ihtişamla ziyaretçilerini ağırlamaya devam etmiş. Bugün sarayın duvarlarındaki taş işçiliğini görüp taşın bir dantel gibi işlendiğini fark etmek büyüleyici. Sarayın duvarlarını süsleyen ayetler, dualar ve sultanı yücelten sözlerden her biri nakış gibi duvarlara işlenmiş. Sanki Endülüs Müslümanları hem kendi dönemlerine hem de gelecekte burayı ziyaret edecek olanlara bir zamanlar burada İslam kültür ve medeniyetinin zirve noktalarından birisine erişildiğini göstermek için var güçleriyle çalışmış ve ortaya bir şaheser koymuşlar.
Yukarıda bahsedilen Granada Ulu Camii’nin El Hamra’yı en güzel gören noktalardan birine inşa edilmiş olması, geleceğe dair büyük bir umudu hissettiriyor. 400 yıl önce burayı terk etmek zorunda bırakılan Müslümanların torunları şimdi günde beş vakit El Hamra’yı tam karşısına geçip selamlıyorlar. Bu cami aynı zamanda bir kültür merkezi ve yaşam alanı olarak da Albaicin’in atmosferini değiştiriyor.
Endülüs’teki son durağımız olan Malaga yakıcı sıcağıyla bizi karşılarken, çevresi ve yaşam biçimiyle de büyük bir tatil şehri izlenimi oluşturuyor. Malaga’da Alcazaba’yı ziyaret ederek tarihin izini sürmeye devam ediyoruz. Bu arada birçok şehirde karşılaşılabilen Alcazaba, özellikle Müslüman hakimiyeti döneminde eski şehri veya kale içinde oluşturulan şehri tanımlayan bir sözcük olarak hâlâ kullanılıyor. 11. yüzyılda inşa edilmeye başlanan, içerisinde sarayların, bahçelerin, askeri işlev taşıyan binaların bulunduğu Alcazaba, Hristiyanların Malaga’yı ele geçirmesinden sonra askeri amaçlarla kullanılmış, terk edildiği 18. yüzyıldan sonra evsizlerin sığınağı olmuş, 1933’ten itibaren iste arkeolojik kazılarla ve restorasyonla yeniden ayağa kalkmış. Duvarlarda yer alan süslemelerin büyük bölümünün kayıp olduğunu fark edince içimize bir hüzün çöküyor, kim bilir Endülüs’teki daha nice hazinelerin yok edildiğini, kaybolduğunu ya da kaçırıldığını düşünerek kahroluyoruz.
Endülüs’teki masalsı bir haftanın ardından Türkiye’ye dönerken acaba sınırlı alana sahip bir gezi yazısına hangi güzellikleri sığdırabilirim diye düşünürken buluyorum kendimi. Zira Endülüs’teki her şehir, her mahalle, her eser uzun uzun anlatılmayı hak ediyor. 19. yüzyılın başlarında El Hamra’nın büyüsüne kapılan Washington Irving’e kulak vererek başlayabiliriz: “Tek başıma, büyülü taşların cazibesine esir olmuş vaziyette, burada aylarca kaldım. Şayet okuyucum bu yerlerin büyüsünü hissedebilirse, bütün bir haftayı benimle El Hamra’nın efsanevi büyük salonlarında geçirmekten büyük mutluluk duyacaktır.”