Hasan Aycın: Türkiyeli çizerler de Türkiyeli çizerlerdir, Fransız değillerdir en azından. Ya da dünyanın başka başka yerlerindeki çizerler de Fransız değiller. Öyleyse o dışarıdaki insanlar onlar nedir? Ben neyim mesela. Bunu ben yapıyorum. Benim bir geleneğim var. Beni kimlik sahibi kılan değerler var. Onlar beni nasıl tanımlıyorsa ben oyum aslında. Dolayısıyla tam o olarak çiziyorum çizdiklerimi. Bir Fransız’dan farklı bakıyorum dolayısıyla da farklı çiziyorum.”
Bazı sanatçıların, fikir adamlarının, yazarların ve şairlerin düşünce dünyamızda ayrı bir yeri var. Kuşkusuz onların hem bugünün insanları olan bizlere hem de gelecek nesillere anlatmak istedikleri bir mesele, bir dert söz konusu. Onlar sanatçı olmaktan da öte sanatın ya da yaşamanın dahi nereye hizmet etmesi gerektiğinin farkındalar. O insanları Cahit Zarifoğlu’nun deyimiyle şöyle tanımlıyorum: “Bu insanlar dev midir? Yatak görmemiş gövde midir?” İşte bu sayı böyle bir sanatçıyı, Hasan Aycın’ı kadraja alıyorum. Çizgilerin ustası olarak gördüğüm sanatçı ve yazar ile kültürel bir atmosferde, Yedi İklim Dergisi’nde bir araya gelirken “Esrarnâme” romanından başlayarak, çizgilerin onun dünyasındaki yerine, son yayınlanan albümü “Kılağı”dan Müslüman bir sanatçı olarak dünya ve öte dünyaya karşı bakışına kadar birçok meseleyi konuştuk.
Bugün sizi burada ağırlamaktan memnuniyet duyuyoruz. Evvela sizi çizginin ustası olarak tanıyoruz. Tabii birçok çalışmanız da var. Bu yüzden önce “Esrarnâme” ile söze başlamak istiyorum. Rahmetli N. Ahmet Özalp, “Esrarnâme” hakkında geleneksel anlatım biçimlerinden yararlanılarak yazılmış çağdaş bir roman, tanımlamasında bulunmuştu. Belki romanın başarısı da burada. Günümüz anlatıcıları bu geleneksel birikimi sizce hesaba katıyorlar mı?
“Esrarnâme”yi durup dururken yazmadım. Etkiler oluyor, etkileniyorsunuz. Geçmişin bütün birikimini tevarüs ediyorsunuz. Havuzunuz taşmaya başlıyor. Hem yaşadığınız güne hem de güne, gündeme ortama bakıyorsunuz. Ondan da etkileniyorsunuz tabii. Bir şeyler yapmaya kalkıyorsunuz. Öyle denk geldi, “Esrarnâme” oldu. Hatta adı da başkaydı baskıya girerken, yayınevi Ahmet Özalp’ten bir takdim istemiş. Beni aradı bu ismi değiştir, insanlar bunu masal olarak okumasınlar dedi. Peki üstad dedik, değiştirdik. “Esrarnâme” romanında şöyle bir şey var. Hayatın anlamı üzerine bir romandır o. Romanın sonunda bir demirci bir misal verir kahramana temsilen. Demir döver. Ben diyor demirciyim diyor demir döverim, demirden balta yaparım baltaya sap yaparım falan diyor. Biz hayatta ısrarımız içinde verili malzemeyle yaşıyoruz hayatı. Demiri döveceksiniz, yerin altındaki yataklarından çıkaracaksınız işleyeceksiniz, dönüştüreceksiniz. Ateşte işlemlerden geçireceksiniz ve ona balta formunu kazandıracaksınız. Form belli maden belli. Ve ona ahşaptan bir sap takacaksınız. Demirci orada diyor ki ben bunu bilirim bunu söylerim, sen her ne yaparsan var buna kıyas eyle der. Sonra hayatın anlamı konusunda Hz. İbrahim’in putları kırması gibi sınavın anlamı budur der. Yaptıklarınla bütün yaşam birikiminle ahiret gününde son anda dünyadan giderken baltanı götürürsün putlarını da test edersin diyor. Putları kırıyorsan dünyadan putsuz gidersin. Baltan sağlamdır sınavı geçersin. Yok putlar kalıyor balta kırılıyorsa orada bir yanlışlık var. Sen kaybetmişsin. Kazanan da kaybeden de aynı hayatı yaşıyor. Aynı işleri yapıyor. Romanda işlediğim de budur.
(Şeyma Subaşı ve Hasan Aycın)
Tercihim çizgiden yana
Peki çizgilerin anlam dünyası size neler vadediyor? Çizgilerin ustası olmanın sizin için anlamı ne? Günümüz dünyasında haklının yanında yer almak, haksızı bertaraf etmek mi sizin için, diye sorsak ne gibi cevaplar alırız?
Ben karikatür geleneğinden gelmiyorum. Bizim medeniyetimizde usta çırak ilişkisi geleneği de var. Böyle bir durumda söz konusu olmadı. Ben bir ustaya çırak olmadım. Dolayısıyla bir çırağa usta da olmadım.
Siz karikatür adlandırmasına karşısınız ya da bu adlandırma çerçevesinde kendinizi konumlandırmıyorsunuz.
Karikatür denmesine karşıyım, evet. Bu duruma sesli biçimde itiraz etmedim. Çalışmalarıma karikatür diyenler de oldu. Buna yeni bir isim bulalım diyenler de… Sonunda çizgide karar kıldık. Karikatür denilmesine itiraz etmiyorum ama tercihim çizgiden yana. Hal böyleyken bir de ortaya koyduklarımın kendi gerçekliği var. O bildik karikatür anlayışının ve algısının dışında bir şey yaptığım kesin. Ama o türe denk düşen çizgilerim, çalışmalarım da oldu.
Benim bir geleneğim var
Karikatür dediğimizde bir şeyin resmedilmesi, gerçeğe yakın şekilde taklit edilmesi gibi bir anlam çıkıyor. Sizin çizgilerinizde ise o şeyin gerçeğini, anlamı aşan, akıllarımıza, gönüllerimize işaret fişeği bırakan bir manası var. Çizgilerinize bu yönden de bakmamız mümkün.
Karikatür bir şeyi resmetmektir, noktasından bakarsak masum bir bakış olur bu. Oysa karikatürün anlamında, dinamiğinde “saldırganlık” var. Saldırmak, karalamak, aşağılamak, incitmek. Ne kadar olumsuz edim varsa onları içeren bir şey var. Hatta İş Bankası Yayınlarından çıkan -Cumhuriyet’in 50. yılı münasebetiyleydi sanırım- Semih Balcıoğlu’nun derlemesinde yine onun bir takdimi vardı. Orada karikatürün Fransızca caricare kökünden geldiğini söyler. Doğrudur eğridir bu benim meselem değil. Hiçbir zaman da olmadı. Bu ifade saldırmak gibi anlamlar içerir. Şimdi ben bir Fransız değilim. Elbette Semih Balcıoğlu da değildi. Türkiyeli çizerler de Türkiyeli çizerlerdir, Fransız değillerdir en azından. Ya da dünyanın başka başka yerlerindeki çizerler de Fransız değiller. Öyleyse o dışarıdaki insanlar onlar nedir? Ben neyim mesela. Bunu ben yapıyorum. Benim bir geleneğim var. Beni kimlik sahibi kılan değerler var. Onlar beni nasıl tanımlıyorsa ben oyum aslında. Dolayısıyla tam o olarak çiziyorum çizdiklerimi. Bir Fransız’dan farklı bakıyorum dolayısıyla da farklı çiziyorum. Doğal olarak yeni içerikler kazandırmak yeni anlamlar yüklemek lazım.
Çizgilerinizin aynı zamanda şöyle bir yönü var. İnsanı düşündürmekten öte ağır bir trajedi bir hüzün duygusuna kapılıyoruz o çizgilerle karşılaştığımızda. Bu tespitim hakkında ne düşünürsünüz?
Biz dünyadan cennete gelmedik. Burası cennet değil. Cennetten dünyaya geldik. Bir hakikatimiz var. Ne olduğunu unuttuk belki. Bir geçmişimiz var. Yaratılıştan bugüne herkesin kendine kadar getirdiği muhteşem bir insanlık serüveni var. Yeryüzü serüveni. Daha öncesinde cennette başlayan, cennetten günümüze uzanan bir serüven bu. Elbette cennetten ayrılmakla başlayan büyük ayrılış. Birbirlerinden ayrılan iki insan Adem ile Havva insanlığın atası. Sonra onların kavuşmaları. Yeryüzünde artık kopmalar, uzaklaşmalar, yakınlaşmalar, kavuşmalar süreci başlıyor. Yeryüzü zahmetleri işin içine giriyor. Bu bir sınav. Bu zenginliği yaşayan herkes tevarüs etti. Önemli olan insanlık mirasçısı olduğu o birikimi nasıl görüyor, nasıl değerlendiriyor. Bu kadim hikâyeyi elbette kadim anlatıdan Allah’ın verdiği haberlerden yola çıkarak başlatıyorum. Kendi adıma bunu yapıyorum. Ben yeryüzündeki insanlık serüveni içindeki serüvenimi mağara duvarlarındaki resimlerle tanımlamıyorum. Öte yandan bu çizginin kendime kadar geldiğini görüyorum. Bugün kendi dönemimde kendi zamanımda kendi mahallemde kendi odamda kendi masamda bir şeyler yaparken o olarak yapıyorum. Karikatür çizen ya da çizgi çizen biri olmasaydım başka biri olsaydım duvar ustası olsaydım ben yine aynı ben olacaktım. Başka biri olmayacaktım.
Başka bir araçla belki aynı yere dikkat çekecektiniz.
Tabi ki herkes nereden geliyorsa o sesi veriyor. Bir de bakışım ve temel kabulüm bu. Ama işte edebiyatın efendileri var. Sanatın efendileri var. Ya bir dakika ben kendim efendiyim zaten, sanatçı böyle olmalı.
Karikatürü Batı’dan gelme olarak tanımlama mevzusunda, siz kendi içinizde nasıl bir fetvaya ulaşarak bugünlere geldiniz?
Şimdi insanların yaklaşımını nasıl değerlendirmeliyim? Bana sorular yönelten insanların kaygılarından önce hayatıma girmiş bu konuda benim adıma kaygılanan Müslümanların hukukunu ayrı yere koymam lazım. Bu annemdir, babamdır, yakınlarımdır, sevdiğim insanlardır. Benim hayat sınavında kaybetmemden korkan insanlardır. Onların korkularını bana dönük olarak yansıtmaları, beni kollamaları beni sevdikleri içindir. Onların bakışlarını yadsımam. Lakin onların anlayamadığı bazı şeyler olduğunu bilirim. Onları da bu sıkıntıları yaşadığım için göze alınması gereken bir şey olarak bakarım. İzah edemediğime ben göze alıyorum derim. Şunu biliyorum. Ben bugün burada yaşıyorum. Bu çağda yaşıyorum. Gelecek çağlarda olmayacağım. Günün akşamında yükümü toplayıp gideceğim, tüm önceden göçmüş olanlar gibi. Benden geriye bir şeyler kalacak. Yani hiçbir şey götüremeyeceğim. İyi şeyler kalmalı benden. Aklım varsa kendim hakkında iyi şekilde anılacak bir miras bırakmam lazım. Benden kalanlar öyle olmalı. Bu da ancak şununla mümkündür. Gittiğim yerde yüzümü ak edecek şeyler olmalı bunlar. Sevdiklerimin yüzünü ak edecek şeyler olmalı. Gelecek zamanlardaki bunları devralacak insanların da yüzünü ak edecek şeyler olmalı. O zaman Allah’ın rızasını gözetmeniz lazım. Belki dikkatlerden kaçan bir tarafı var. Son albümüm “Kılağı” yirmi üçüncü albümüm. Besmelesiz bir albümüm yoktur. Karikatür albümlerim Besmele ile başlar. Birçok şeyin cevabını ben veremem. Gelecek zamanlardaki insanlar da bu cevaplarla yorulacaklar.
Neredeysem oradan konuşabilirim
“Kılağı”da Mete Çamdereli’nin de arka kapakta sanatın ulvileştirilmemesi ya da onu her şeyin önüne koymamak anlamında, ifadeleri vardı. Sadece çizgileriniz değil durduğunuz bir yer, bir çizginiz olduğunu düşünüyorum. Bu konuda ve “Kılağı” hakkında söylemek istedikleriniz olur mu?
Hayatımı kuşatan derdim: Yolu bulabilecek miyim? Geldiğim yere varabilecek miyim? Sıkıntı bu. Bütün çabam yapıp ettiklerim budur. İnsanlar yaptıklarını farklı şekilde izah edebilirler. Herkesin temel kaygısının aynı olduğunu düşünüyorum. Bu benim görüşüm. Şimdi bakmak noktasında zaman olarak zemin olarak hangi gündeyseniz o günün içinden bakarsınız. Yeryüzünün hangi kuytusundaysanız oradan bakarsınız. Şurada bile tam buradan konuşuyorum. Bir başka yerden konuşamam. Bu teknik arkadaşlar da hemen müdahale ederler. Herkesin odak noktası bildiği bulduğu kendini tanımladığı kabul ettiği yerdir. Oradan konuşabilir, başka yerden konuşamaz ki. Ben gelecek zamandan bugüne ahkam kesemem. Geçmişten bugüne konuşamam. Geçmişte ben yoktum. Sokaktan konuşamam. Şu an sokakta değilim çünkü. Neredeysem oradan konuşabilirim. Ben çiziyorum. Berberlikten ya da futboldan konuşayım. Bunu yapamam. Siz o zaman dersiniz ki kalsın, biz onları merak etmiyoruz. Çünkü sen çiziyorsun, bunların arkasında ne var, biz onları öğrenmek istiyoruz.
Tam da bunları öğrenmek istiyoruz. Siz aynı zamanda mazlum coğrafyaları, savaş çocuklarını merkeze aldınız. Son deprem felaketinde milletimizin tek yürek olduğunu ifade eden çizgiler çizdiniz. Hasan Bozdaş’ın bir şiirinde şu ifadeler geçiyor: Ne anlama geldiğini bilen bir çizginin itibarı ve ağrıları olur, diyor. Ben de sizin itibarı ve ağrıları olan çizgilerin peşinde olduğunu düşünüyorum. Neler söylemek istersiniz?
Bizim akidemizde amel defteri diye bir kavram vardır. Yapıp ettiklerimiz hatta söylediğimiz sözlerimiz bizim amel defterimize işlenen amellerimizdir. Öte tarafa gittiğimizde yanımızda olacak tek şey o defterimizdir. Şimdi bu çok korkutucu ürkütücü olabilir. Fakat bir güzel tarafı da vardır. Düşünün, igtmek istediğiniz yer neresi? Cennette ırmaklar vardır.. Siz oraya boş gitmemişsiniz oradaki ırmağın kenarında okumak istediğiniz metinleri şimdi yazmışsınız gibi düşünün mesela. Çünkü karşınıza çıkacak orada. Güzel tarafından baktığınız zaman böyle. Allah bizi affetsin acısın merhamet etsin. Elimizden hayırlı bereketli güzel şeyler getirmeyi nasip etsin. Bunun için de tabii iç alemimizde bunun bereketini de görelim.