Bir kültür emekçisi: Ahmet Özalp

6 dakikada okunur

Hayatın paradoksu: Gençken nadiren iyi biliriz neyi nasıl yazacağımızı ancak yaşlılık çağında yol alırken kaleme alınmadan edilemeyecek eserlerimiz birbiri ardı sıra belirir zihnimizde. Ahmet Özalp en verimli döneminde aramızdan ayrıldı.  

Cağaloğlu’nda ilk tanıdığım yazarlardan Özalp. 1980’lerin ilk yarısında Yeni Devir Gazetesi’nde de karşılaşırdık. Kırk yıla yakın bir zaman geçti aradan ama dün gibi hatırlıyorum. Ahmet ağabey, Mine Alpay Gün ve ben birlikte Milli Gazete’nin Topkapı’daki binasından çıkmış, otobüs durağına doğru gidiyorduk. Konu İstanbul’dan farklı bir yerde yaşama tecrübesiydi. Hatırladığım kadarıyla Ahmet abi, İstanbul’dan başka bir yerde yaşamayı düşünemeyeceğini belirtmiş, Mine uzun süre uzak kalamayacak kadar İstanbul’a bağlı olduğunu söylemişti. Mine gibi düşünsem de farklı coğrafyalarda yaşamayı tecrübe etmek isteğimden söz etmiştim ben de… Mine bir iki yıl içinde kıymetli yazar Fahrettin Gün ile evlenip Anadolu gezgini oldu yıllarca, ben de İranlı eşim dolayısıyla uzun yıllar yurt dışında yaşadım.  

Ahmet Özalp İstanbul’dan ayrılmazdı çünkü onun mesaisi doğrudan doğruya arşiv çalışmalarına bağlıydı. Ne yapmak istediğinin bilincinde, nezih bir yazardı. Mütevazı ve müdanasızdı. Metinlerine gösterdiği titizlik, esasında çalışkanlığı hayranlık vericiydi. Yasemin Karahüseyin, onun her sabah altıda çalışma düzenini başlattığını anlatmıştı. Şevkle çalışırdı. Kandinsky’nin, “…kendini duruma egemen beyzade olarak değil, yüce amaçların üzerine yüklediği, kesin çizgilerle belirlenmiş, ulu ve kutsal görevleri yerine getiren bir uşak olarak görmeli sanatçı.” şeklinde tarifinin gerektirdiği şekilde, bir kelime, bir kavram peşinde ince araştırmalara girişmeye üşenmezdi.   

Bunun yanı sıra insanlara ayıracak vakti de hep bulunurdu. Son iki romanımı okuduktan sonra, her biri için incelikli tespitlerle dolu uzun mesajlar göndermişti. Şirin’in Düğünü ile Nizami’nin Hüsrev ile Şirin mesnevisi arasındaki bağları tespit edip bana yazmıştı. Şair ve Gecekuşu üzerine yakın tarih araştırmaları yaparken de arşiv çalışmaları için linkler göndermiş, romandaki gemi yolculuğu bölümünü okuyup görüşlerini belirtmişti. Her zaman büyük bir saygıyla yaklaşır ve destek verici sözler söylerdi. 80’lerin başlarında, gazete yazılarımdaki dilimin öyküye yatkınlığı konusunda söylediklerinin öykü türüne yoğunlaşma konusunda bana güç kattığını söyleyebilirim. Sonraki yıllarda da bağlantımız bir şekilde devam etti, Yasemin Karahüseyin ve Taha Özalp dolayımıyla da haberlerini alırdım. 

Osmanlı Türkçesi’nin önemli eserlerine dair fikriyatın bugünün okuruna ulaşmasına büyük katkısı olduğu muhakkak. Hatırlamakta zorlandığınız dönemleri nasıl layıkıyla yorumlayabilirsiniz? Derrida’nın “Harf Darbesi” diye isimlendirdiği bir büyük kültürel uçurumun hasarlarını gidermeye dönük çalışmalarını kırk yıl boyunca aralıksız sürdürdü Özalp. Telefon konuşmalarımızda arşiv çalışmalarında yaşadığı zorlukları anlatırdı. 

Hep Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri arasındaki kültürel kopukluktan şikayet edilir ya… Ahmet Özalp kültür ve edebiyattaki gelişmede sürekliliğin öneminin bilincinde bir yazar olarak, bu alandaki boşluğu ortadan kaldırmaya yönelik eserler kaleme aldı. Aklı Karıştıran Belagat Kasırgası, Teknik Okumalar-Bağa Destursuz Girenler, Aşk Gölünde Yüzen Canlar, Refik Halid-Okları Kırılmış Kirpi, bu eserlerden birkaçı.  Şüphesiz eksikliği hissedilecek. Sağlam bir okurluk bilinci açısından genç kuşaklar mutlaka eserleriyle tanışmalı. Büyüyenay Yayınları yarım kalmış eserlerini okurlarına kazandırır umarım.

 

Önceki Yazı

“Doğaçlama müzik” üzerine bir deneme – 2

Sonraki Yazı

Silisyum metaforu

Son Yazılar