Bir tahta bavula dünyayı sığdıranların öyküsü

20 dakikada okunur

TRT Türk ekranlarında yayınlanan, yapımcılığını ve yönetmenliğini İsmet Yazıcı’nın gerçekleştirdiği “Gurbet” adlı belgesel, bir tahta bavula dünyayı sığdırıp gurbete giden Türk işçilerin ve onların ailelerinin hikayelerini anlatıyor. 13 bölümden oluşan belgeselde yalnızca bir tarihsel kesiti değil insanı ve insan olan yanımıza dokunan Yazıcı, “Gurbet toplumumuzu, insanımızı çok derinden etkileyen bir serüvenin bugünden hikâyesi…” dedi.

İsmet Yazıcı

Gurbet… Ne garip bir kelime. Üzerine sayfalar dolusu yazılar yazılsa dahi hissedilmediği sürece anlatılması güç. Sadece yaşayanların bildiği ve konuşmadan dahi birbirlerinin halinden gurbetlik yaşadığını belki de en çok Anadolu insanı anlar. Bu topraklar tarih boyunca nice gurbete şahit oldu ama en meşhuru 1960’lı yıllarda Almanya’ya giden Türk işçileri ve ailelerinin yaşadıkları oldu belki de. Dönemin şartlarında tek çareyi Almanya’da işçi olarak gören ve koca bir ömrü memleket hasretiyle geçirenlerin hikayelerini az çok herkes biliyor. DiasporaTürk isimli sosyal medya hesabının yapmış olduğu paylaşımlarda da göç hikayelerine şahit oluyoruz. Şimdi bu hikayeleri bir belgesel olarak izliyoruz. Yapımcılığını ve yönetmenliğini İsmet Yazıcı’nın gerçekleştirdiği, danışmanlığını ve metin yazarlığını Gökhan Duman’ın yaptığı “Gurbet” adlı belgesel TRT Türk ekranlarında yayınlanmaya başladı. “Bir tahta bavula dünyayı sığdırmış da gurbete çıkmış, göçüp gitmişlerin hatırasına…” hazırlanan belgesel 13 bölümden oluşuyor. İzleyen herkesin kendinden bir şey bulduğu belgeseli Litros Sanat için anlatan Yazıcı, “Gurbet toplumumuzu, insanımızı çok derinden etkileyen bir serüvenin bugünden hikâyesi…” dedi.

DiasporaTürk’ün uzun bir süredir sırtladığı göç hikayelerini Gökhan Duman’ın kaleminden okumuştuk. Şimdi de sizin yönetmenliğinizde izliyoruz. Göç hikayelerini belgesel yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
Bu hikâye, aslında hiç aklımda, “görünürde” yolumda yokken ortaya çıktı diyebilirim… Hiçbir şey tesadüf değildir diye düşünenlerdenim. Bütün her şey bir anlamda hayatın size birikim olarak yüklediği ve bu birikimin hakkını vermek için tamamlamanız gereken ödevleridir diye düşünürüm. “Gurbet” belgeselinin oluşum aşaması ve seyranı da biraz böyle oldu… Aslında ben 1999 yılından bu yana soyutun belgeselini yapan, bir belgesel sinemacıyım; bunun yanı sıra yazdığım kitaplar da aynı bağlamda. Kadim sembollerin, kavramların peşine düşüp, kültürler arasında dolaşıp, kendi hikâyemin parçalarını birleştirmeye çalışıyorum. Tabi ki anlattığım şeyler, ilk bakışta çok geçmişin bir kazısı gibi görünse de ben bugünün “ben”ine ve insanına anlatmaya çalışıyordum. Bu biraz kaçamak bir yolculuk gibi. Direkt kendi zamanından hikâyelerle insanları pek karşılaştırmıyordum. “Gurbet” öyle olmadı. Gurbet toplumumuzu, insanımızı çok derinden etkileyen bir serüvenin bugünden hikâyesi…
Hayal ettiğimden bile öteydi
Yeni yılın ilk günüydü; TRT Türk kanalımız için neler yapılabilir sorusu üzerine bir görüşme yapıldı ve hemen o gün benim aklıma ilk gelen ve kalbimi sızlatan, şimdi yapmaya çalıştığımız hikâye oldu. Almanya’ya işçi olarak gidenlerin fotoğraflarını, mektuplarını bulsak, onlardan bugüne kalan nesneleri bulsak ve bundan bir hikâye oluştursak nasıl olur diye düşünmüştüm. Açıkçası konuyla ilgili ne bir araştırmam ne de öncesinden yeterli donanımım vardı. Aynı gün bu fikir üzerine internette dolanırken önüme bir isim düştü: Gökhan Duman. Konuyla ilgili iki kitap yazmış olduğunu gördüm. Bu projenin en büyük şansı Gökhan Duman ve DiasporaTürk ekibi oldu. O güne kadar adını bile duymadığım DiasporaTürk ekibi, 15 yıldır bu konuyla ilgili çalışıyormuş ve müthiş zengin bir kaynak biriktirmişler; mektuplar, evraklar, fotoğraflar, nesneler… Bu durum hayal ettiğimden bile öteydi.
Her izleyen kendi gurbetiyle karşılaştı
Kendinizi “Soyutun belgeselini yapan bir belgeselciyim” diye tanımlıyorsunuz. Sizin de bir göç hikayeniz var mı? Gurbet belgeselini size hayata geçiren sebep ne?
Gurbetsiz hiç olur mu… Tabi ki de var; ama farklı gurbet hikâyeleri. Annemin soy kolunun bir yanı Karamanoğulları’ndan, bir kolu Selanik göçmeni; yüz küsur yıl önce savaştan kaçmak için yürüyerek vatan toprağına gelip Samsun’a yerleşmişler. Dedem o zaman en büyük çocukmuş, ama nihayetinde o da çocukmuş, annesinin onları toplayıp getirişini ve o acılı yolculuğu çok ender anlatırdı ama ben tuhaf bir hissedişle, onun ve bir sürü insanın acısını içimde sanki yaşardım. Vatan terketmenin, o kaybın izi benim genlerime nasıl işlemişse… Gariptir benim hayatta en sevmediğim şey bavul toplamak; tatile bile gidecek olsam, o bavulu toplarken çok daralır, ertelerim… Babamın ailesi de farklı bir göç yaşamış. Babaannem Rize’nin bir dağ köyünden kalkıp Samsun’a göç etmişler ve tutunmak, hayat kurmak için çok zorluk çekmişler… Ayrıca benim kendi göçüm var; üniversite okumak için baba ocağını bırakıp Samsun’dan İstanbul’a geldim. İlginçtir, biz aslında projeye başlarken yalnızca bir tarihsel kesit ve onu yaşayan insanları anlatacağız zannettik; ama iş çıkmaya başlayınca gördük ki her izleyen “kendi gurbeti” ile karşılaştı. Bunun böyle olacağını başlangıçta sahiden bilmiyordum. İlk bölümün müziği hazırlanıp geldiğinde, görüntülerin üzerine yerleştirilince, ben söze başladım ve bir anda boşalan yaşlardan cümlemi tamamlayamadım. “Samsun’dan ayrılacağım o son gece” dedim ve kaldım.

Gurbet… Söylerken dahi insanın boğazına oturan bir yumru. Yutkunmakla da geçmiyor. Bitmez tükenmez sıla hasreti kimi zaman yanı başımızda yaşanırken kimi zaman sınırları, ülkeleri aşıyor.
“Gurbet” sözünün enerjisi ve bizi dolandırdığı bilinçaltı koridorlarıdır belki de burnumuzun direğinizi sızlatın… Ben bunu biraz dolayımla ve farklı anlayışla açıklamaya çalışayım: Tabi ki rastlantı değil ama “gurbet” kavramı yoluma bu yıl birden fazla çıktı. Tüm insanlığın bilinçaltı kodlarında çok önemli bir tema, dünyaya düşmüş olmak, dünyada garip olmak, öz vatanına hasret yaşamak. Gündelik tecrübelerimiz ve görünür acılarımızın çok ötesinde bu dünyada gurbette olmak hali zaten var. Bunu bir adım daha öteye götürürsek insanın kendisine gurbet olması; dolayısıyla benim için “gurbet” biraz böyle bir kavram. Hasrette olduğumuz şey asli varlığımız ve diyarlar gezsek bile kendimizle buluşup barışmadığımız sürece gurbette olma hali ve hissi hiç geçmeyecek. Aslında insanın kendini bulup barışmasının da başlangıcı belki “gurbeti” hissedişi. Ve o gurbetten yuvaya, yani kendine doğru seyran edişi… Daha önce ürettiğimiz belgesel serilerinin pek çoğunun dip metnini de bu gurbette olma hali ve kendine kavuşma çabası tetikliyordu; buradaki anlatım ve örgü farklı olsa bile yine de dünyaya böyle bakan biri olarak, aslında benim kendi gurbetim de biraz bu. Belgeselin adı olarak ilk aklıma gelen de gurbet oldu.
TRT Türk ekranlarında göç hikayelerine dair farklı programlar var. Gurbet’in onlardan farkı nedir?
Bu soruya benim cevap vermem zor, uygun düşmez; izleyenlerin yorumlamasını tercih ederim. Ama kısaca şöyle söyleyebilirim belki: Aslında röportajın başından beri biraz kendi üslubum ve projelere bakış ve yorumlayışımla ilgili ipuçları aktarmaya çalışıyorum. Bu bakış, benim hangi başlığı ele alırsam olmazsa olmazım… Ve üretmek için bir araya geldiğimiz insanların uyumu, yetenek, birikim ve ruhlarını bu projeye çok cömertçe ve sahici koyuşu, “Gurbet” belgeselini, kalplere dokunur kılıyor sanıyorum. Çok zordur bir üretimde bu dahil oluşu yakalamak. Hem DiasporaTürk ekibi, hem de TRT İç Yapımlar olarak kurumsal ekibimiz, bu üretimi bir iş olarak ele almadık. İyi iş yapmanın çok ötesinde, tüm varlığımızla dahil olduk. Yani biz yalnızca bir tarihsel kesiti, durumu anlatmadık; orada insanı anlatırken, insan olan yanımızla dokunduk…
DiasporaTürk’ü takip eden ve Gökhan Duman’ın özellikle “11. Peron” kitabını okuyan biri olarak belgeselin seyircisini ağlatacağını düşünüyorum. Anadolu başta olmak üzere Türkiye genel olarak Almanya’ya giden Türk işçilerin hikayeleriyle dolu.
Ağlamak iyidir; insan olan yanımızı çözer. Gözyaşı sağaltıcıdır. Daha önce de söylediğim gibi, biz aslında bir projeyi, bir durum ve tarihsel kesiti vesile kıldık “insan”ı anlatmaya çalıştık. Zamanın bu durağında çünkü tüm yaşanmışlar, tüm karşılaşmalar ve belki de çekilen tüm acılar yalnızca bunun için; insanın insanı anlaması ve kucaklaşması için.
Zamanda yolculuk gibi
Her biri 10’ar dakikalık 13 bölümden oluşan belgeseli ne kadar sürede tamamladınız?
Mucize bir zamanda hazırladık; demek ki diyorum bu insanlar, bu nesneler o kadar çok kendilerini anlatmaya açmaya hazırmış ki biz bütün ekip rüzgârı arkamızdan aldık ve uçtuk. Toplamda hazırlıklar dahil bütün çalışma, yayına giriş sürecimiz iki buçuk – üç ay gibi bir süre. İşin ehli bunun nasıl bir mucize ve aslında imkânsızı başarma olduğunu bilir. 13 bölüm, sadece görüntü… Sadece maşallah diyelim ve geçelim diyorum. Ben proje üretmeyi biraz tabiri caizse zamanda yolculuk gibi görürüm. Gayeyi bilirsin, gayeye ulaşırsın ve nihayetinde gayeye ulaşmak için gelip çalışmaya başlar ve yolu yürürsün, işi tamamlarsın.
Zorlukları oldu mu? Teknik zorluklardan ziyade hikayelerin zorluklarından bahsediyorum. Hikayeleri nasıl ve neye göre seçtiniz?
Derim ki hep “Her zorluk, daha iyisine ulaşmak için vardır.” Tabiki zorlukları vardı; başta da zaman… Bir şey, bir kişi aksasa bütün yapı çökerdi. Ama orada da çok muhteşem bir ekip olunca hikâye düzgün ilerledi. Çatı kurulduktan sonra Gökhan Duman metinleri hızla yazdı ve karşılıklı mutabakatla birbirimizi daha iyi olması için motive etik. En başından bunun göçün ilk dört-beş yıllık bir sürecinin anlatımı olmasına karar vermiştim. DiasporaTürk’ün elindeki malzeme ve onların zengin birikimleriyle de küçük ekleme çıkartmalarımızla seriyi gerçekleştirmeye çalıştık. Mutabık olduğumuz en önemli konu, bireyselden ziyade bunun “insan” teması üzerine yürümesi ve ortak duygular ve yaşanmışlıklar üzerine yürümesi idi.
Madenci Burhan Amca ve dünyayı gezme hayali
Her bölümün başlığı dahi insanı izlemek için zorluyor. Sizi en çok etkileyen hikaye ya da olay hangisiydi?
Aslında bu sorunuza hikâyenin tamamı diye cevap verebilirim. Ama özel olarak bir şey beni daha çok vurmuştur: Madenlerde çalışmış olan Burhan Amca’nın madenci lambası ve onun hikâyesi diyebilirim. Bizim için bütün nesneler kıymetliydi ama bir tanesi, hatta önce ne olduğunu bile anlamadığım madenci lambası ile ilgili anıyı Gökhan Duman anlatmaya başlayınca, bu işin neden bize geldiğini ve aslında nasıl bir sorumluluğumuz olduğunu daha iyi anladım. O madenci lambasının sahibi Burhan Amca dünyayı çok gezmek istermiş, ama değil dünyayı gezmek, o madenlerden çıkıp şehri bile gezememiş ve “Ben ne zaman dünyayı gezeceğim?” dermiş. Biz bu hikâyeyi belki projenin içinde anlatmadık (çünkü kişisel hikâyelerden yola çıkan bir belgesel değildi). Ama bu anı, benim yüreğime mıh gibi oturdu ve gayri ihtiyari Gökhan Bey’e “Biz bu belgeselle Burhan Amca’ya dünyayı gezdireceğiz” dedim. Umarım benim dilimden çıkan bu söz gerçek olur ve onlara sözümüzü ve vefamızı göstermiş oluruz…

Önceki Yazı

Gelenekten geleceğe bir pencere: Baben Sanat

Sonraki Yazı

Bu otobüs tiyatronun kalbine gidiyor!

Son Yazılar