Birkaç ölümden daha fazlası

KİTAPLIK

 

Ölüm gizli mesleğimiz hepimizin; bu yeryüzünde bir müddet soluklandıktan sonra biz de çekip gideceğiz. Hangimiz kalıcı olduğundan söz edebilir ki; hangimiz yeryüzünde baki olabilir. Elbet öleceğiz, peki hayatı savunmak nasıl olmalı. Hayatı ölüme karşı savunurken, başımızdan geçen olaylarla nasıl mücadele ediyoruz. Başımızdan geçenlere karşı nasıl tarafımızı belirliyoruz. 

 

Ölmek belki bir son buradaki hayat için ama geride bıraktıklarımız; evimiz, ailemiz, dostlarımız, her şeyin bir gün hiç olacağını bilmek yine de dünya denen oyunun içinde kaybolup gidiyoruz. 

 

Ölüm üzerine düşünmeliyiz elbette, Peygamberin hadisi var hatta; “Ölmeden önce ölünüz.” Bunu başarabiliyor muyuz? Hayatımızı bir gün ölümün gelip silip süpüreceğini düşünerek yaşayabiliyor muyuz? Bir gün öleceğiz ve bütün tutkularımız, ihtiraslarımız yok olacak. Geriye yalın bir biz kalacağız, bunun ne kadar bilincindeyiz. 

 

Kadir Daniş’in “Birkaç Ölüm Sonra” kitabı daha yeni çıktı. Ketebe Yayınları’ndan çıkan kitapta yazar bizi uzunun bir sorgulamaya tabi tutuyor. Normal ölüm, intihar, dünya hayatı, kişisel ilişkilerimiz, aile olmak. Tüm bunlar etrafında bir yolculuğa çıkıyoruz. 

 

Güncel ve geçmiş arasında

 

Yazarın büyüleyici bir dili var desek haksızlık etmiş olmayız. Ölümün her çeşidi üzerine düşünürken, yoruluyoruz ama arada hayatta olan iyi şeyler bize neşe ve ümit veriyor. 

 

Karakterler eski zamanlardan kalmış gibi, adeta bir Binbir Gece Masalı, bir yerden fırlayıp hayatımıza geliyorlar. Doğulu insan olmanın yazgısını düşünüyoruz metin boyunca. Türkiyeli olmanın yazgısı, olaylar güncelde geçiyor, karakter adları hariç bizi maziye ve geçmişimize götürecek bir şey yok.

 

Arada İsmet Özel’e uğruyoruz, Ah Muhsin Ünlü’ye, Wittgenstein’a, birden kendimizi bugünde bulurken, bir mısrada yahut bir düşüncede, karakter adlarıyla da Doğu masallarına gidiyoruz. Nevmit, Deyruz, Hürrem, bir masaldayız ama günümüzde yaşanan. 

 

Müzik var fazlaca, müziği düşünüyoruz, Itri’den Alaeddin Yavaşça, Bülent Ersoy, müzikle ilerliyor mısralar. Arka fonda hep müzik açık. Ölümden geliyoruz, hayattan geliyoruz, ilişkilerden geliyoruz ama hep müzik açık. Birden dinleniyoruz müzikle, bizi zaman zaman kederlendiren de bir havası var. Müzikle ilerliyoruz dizelerde, müzikle ara veriyoruz hikayeye. Müzik ruhun gıdası mı tartışmaya yer bırakmıyor yazar, müziksiz olmuyor. Kendi kendine şarkılar mırıldanan bir insan gibi; satılar akıyor ve biz müziğin içindeyiz. 

 

İstanbul var bir de; var derken İstanbul romanın ruhu. Tarihi Yarımada, Üsküdar, Eyüp, Beşiktaş, Beyoğlu, ağırlıklı olarak buralarda geziyoruz. Semtleri gezmiyoruz, adeta yaşıyoruz, birden karşımıza bir cami çıkıyor tanıdık. Birden bir sokak çıkıyor Üsküdar’da o da tanıdık. Şehir ruh veriyor hikayeye, şehirle büyüyor hikaye. Ve yazar gibi biz de İstanbul’a aşığız. 

 

İstanbul’u arşınlarken, bir yanda musiki bir yanda tarihi camiler, konser, sergi alanları, yazarın gezdiği her sokak ruhumuz oluyor. Hikaye akıp giderken şehrin içindeki gezintimizde sürüyor. Yeni şeyler öğreniyoruz camiler hakkında, şehrin tarihi hakkında, İstanbul’un ruhu hakkında. 

 

Adım adım İstanbul var 

 

İstanbulsuz bir sokak yok, İstanbul olmayan bir hikâye yok, adım adım yazarla geziyoruz şehri. Hangimizin Fatih’te ya da Üsküdar’da ya da Eyüp’te bir anısı yok ki; hangimiz bu şehri, ruhumuza eş kılan tarihiyle sevmiyoruz ki. 

 

Karakterin çocukluktan kırk yaşına kadar olan yolculuğunda; biz de evrimleşiyoruz. Karakterin çok sert dönüşümleri ya da sorgulamalarının biz de bir parçasıyız. Erkek olması ve her şeyi erkek gözüyle görmesi bizi çok da rahatsız eden bir gerçeklik olmuyor. Hayatına giren kadınlara gayet adaletli davranıyor. Kadın ve erkek olmanın bütün sınırları açıkça yer alıyor. 

 

Karakterin hayatı boyunca arayış içinde olması, dinden hayata her şeyi sorgulaması ve kendine yol araması arasında da biz bir yolculuğa çıkıyoruz. Kendini bulmada çevresindeki ölümlerin çok etkili olması, bizi yine ölüm üzerine fazlaca düşünmeye itiyor. 

 

Sahi ölüm karşısında savunulacak neyi var bu hayatın. Ölüm bu kadar gerçekken bizim yaşadığımız hayat, savunmaya değer mi? Üzerine güller dikilecek bir bahçe mi gerçekten. Tüm bunları düşünürken hikaye akıp gidiyor. 

 

Ölüme karşı hayatı savunmak

 

 

Albert Camus’un “Başkaldıran İnsan”da dediği gibi: “Her şeye karşı güvenlik sağlanabilir, ama ölüm konusunda, yıkılmış bir kalenin insanları gibiyiz.’ (Epikuros) Lukretius pekiştirir: ‘Bu geniş dünyanın özü ölüme ve yıkılışa adanmıştır, öyleyse ergiyi ne diye daha sonraya bırakmalı?’, ‘Yaşamımızı bekleyişten bekleyişe tüketiyor ve hepimiz acı içinde ölüyoruz’, der Epikuros. Öyleyse dünyanın tadını çıkarmalıdır. Ama ne garip bir tat çıkarma. Kalenin duvarlarını tıkamaktan, sessiz boşlukta ekmek ve su sağlamaktan öte bir şey değil. Ölümün tehdidi altında bulunduğumuza göre, onun için hiçbir şey olmadığını kanıtlamamız gerekir, Epiktetos ve Markus Aurelius gibi, Epikuros da ölümü varlıktan uzaklaştırır. ‘Bizim açımızdan ölüm hiçbir şey değildir, çünkü bozulmuş olan şey duyamaz, hiç duyulmayan da bizim için hiçbir şey değildir.’ ”

 

Ana karakterimiz Deyruz da, ölümün kol gezdiği hayat karşında yaşamı tutuyor ama bu o kadar kolay olmuyor. Türlü sorgulamalardan geçerken, türlü sıkıntılardan geçerken kendini bulmak ve durulmak kolay olmuyor. Karakterin muhteşem yolculuğu ölümle taçlanıyor ve dönüşüm başlıyor. 

 

Belki de yazara teşekkür etmeliyiz, ölümü alıp yolculuğa çıktığı için, bu yolculukta yolu müzikten, şiirden ve İstanbul’dan geçtiği için. Bunları hepsini başarılı bir şekilde bize sunması da ayrıca takdire değer diye düşünüyorum. Sıkılmadan ve zevkle okuyabileceğiniz bir eser sizi bekliyor.

Yorum Yaz