Boğaziçi Günümüz Edebiyatına İlham Verir mi?

22 dakikada okunur

Halil İbrahim AYGÜL

Marmara’da gerçekleşen müsilaj (deniz salyası) meselesi aslında sürekli göz önümüzde bulunan ve görmek istemediğimiz bir gerçeği bizlere derinlemesine düşündürdü. Altı asırdır Türk edebiyatına ilham veren İstanbul Boğazı’nın bu rolünü ne şekilde devam ettirebileceği konusu merak uyandırdı. Bu kapsamda; Prof. Dr. Hüsrev Hatemi, Mustafa Kutlu, Nurettin Durman ve Özcan Ünlü ilham aldıkları şehrin boğazını anlattılar.

Geçtiğimiz günlerde aniden gündemimize giren müsilaj, deniz sıcaklığının yüksek ve denizin durgun olması sebebiyle etkisini daha da artırdı. Görüntüsü bile tüyler ürperten bu salya, denizdeki canlı çeşitliliğinin azalmasına da neden oluyor. Bir doğa olayı olan müsilajın doğal sebepleri olmakla birlikte bir sebebi de Marmara Denizi’nin evsel ve endüstriyel atıklardan çok etkilenmesi. Bu bağlamda Marmara Denizi ile Karadeniz’i Marmara Denizi’ne bağlayan İstanbul Boğazı yıllardır bu ve benzeri sorunlardan etkileniyor.
İstanbul’un fethi ile Boğaziçi’nin tamamına hâkim olmamızla birlikte Boğaziçi çevresinde gelişen bir Türk Edebiyatı meydana gelmiştir. Divan Edebiyatı döneminde divan ve tezkirelerde; kudûmiyye ve teşrîfiyyelerde Boğaziçi çokça işlenen konulardandır. 18. yüzyıldan itibaren şairlerin Boğaziçi hakkında birçok şarkı sözü yazdıkları ve bunların büyük mûsiki üstatları tarafından bestelendiği görülmektedir. Tanzimat dönemi ve sonrasında ise roman ve hikâyelere konu olmuştur Boğaziçi. Boğaziçi’ni ve Boğaz’daki Türk semtlerini en güzel ve şairane bir şekilde Yahya Kemâl söylemiştir. Aynı zamanda Boğaziçi; denizi ile kıyısı ile semtleri ve bütünü ile sadece Türk edebiyatçıları değil dünyaca tanınmış birçok sanatkârı da etkilemiş ve bu sanatkârlar Boğaziçi’nden ilham alarak birçok eser kaleme almışlardır.
Cumhuriyet döneminde de -bugün de- Boğaziçi birçok şiire, romana, hikâyeye; şairlere ve yazarlara ilham olmuş, Türk şiirini ve nesrini beslemiş ve beslemeye devam etmektedir. Son zamanlarda artan kirlilik ve Marmara Denizi ile Boğaziçi’ni de tehdit eden müsilaj sorunu neticesinde “Türk edebiyatında nasıl bir akis bulur ve edebiyatçılarımız bu durumda da Boğaz’dan ilham alabilirler mi?” diye merak ettik. Yazar ve şair Prof. Dr. Hüsrev Hatemi, hikâye ve deneme yazarı Mustafa Kutlu, şair Nurettin Durman ve şair Özcan Ünlü’ye; “Türk edebiyatında önemli yazarlar önemli eserler kaleme aldı. Şimdi Marmara Denizi ve dolayısıyla Boğaziçi’nde kirlilik ve müsilaj sorunu var. Geçmişte yazar ve şairlerimiz Boğaz’dan nasıl ilham alırlardı? Bundan sonra nasıl ilham alınacak sizce? Bu mevcut kirliliğin edebiyatımıza ve edebiyatçılarımıza nasıl bir tesiri olacak? Siz Boğaz’dan nasıl ilham aldınız ve bu durum sizi nasıl etkiler?” diye sorduk.

Hüsrev Hatemi

Boğaziçi’ne hayranlığımız İstanbul’un fethinden önce başlar

Bazı şehirlerin bir büyük nehri vardır. Tuna’nın Avrupa’da Viyana ve Budapeşte’ye yüzyıllardır nasıl güzellik ve ilham kaynağı olduğunu hatırlayalım. Paris için Seine, Adana için Ceyhan, Amasya için Yeşilırmak da böyledir. İstanbul’un nehri yok fakat şimdi ortadan kalkmış veya kısmen ortadan kalkma yolunda olan dereleri vardı. Bayrampaşa Deresi, Aya Mama Deresi, Riva Deresi, Göksu Deresi, Kâğıthane Deresi. Baltalimanı Deresi. Kadıköy Kurbağalıdere gibi. Bu dereler ne jeolojik devirlerde ne de Osmanlı döneminde şimdiki hale düştüler. Hepsinin ölüm veya hastalık yılları 20. yüzyılda gerçekleşti. Bizdeki derelerin de Avrupa’daki derelerin de kirlenme sebebi endüstri atıklardır diyebiliriz. Fakat ben Seine nehrinde, Tuna’da nehre atılmış plastik sandalye, çeşitli ev atıkları ve eski ev eşyaları görmedim. Fakat Baltalimanı Deresi her yağmurdan sonra Boğaz’a akla gelmedik çöpler sürükler. Kısacası Marmara’nın Haliç’in Boğaz’ın kirli oluşu bizim vurdumduymazlığımızın beklenen bir sonucudur. Dereler dışında İstanbul’un bir nehri olmadığı için bir ara Boğaz’a “Nehr-i Aziz” demişiz. Bu güzel bir benzetmedir. Boğaz’a ve Marmara’ya hayranlığımız da İstanbul Fethinden önce başlamıştır. Yahya Kemâl Bey, Itri’nin eserlerini anlatırken “Onun musikisinde hem din hem hayat akmış. Bir taraftan Boğaz onun musikisinde akarken Mavi Tunca ile Gür Fırat nehri de akmış.” diyor.
Boğaz can verme döneminde
Yahya Kemâl’in “Her taraftan Boğaz O şehrayin…” deyişini çok sevdiğimden içimden tekrarlayıp dururum. Çocukluğumuzda Boğaz’ı sık görmek kısmet olmazdı. Babaların tatil yapma adeti yoktu. Sadece pazar günleri evde olurlar ve bahçede oturmakla yetinirlerdi. Neyse ki ev hanımlarının bazı arkadaş grupları yaz gelince Beykoz, Küçüksu gibi çayırı olan Boğaz semtlerinde yılda en fazla üç defa piknik yaparlar ve bu haber bizi çok sevindirirdi. Bu piknikler ben ve ikiz birader 15 yaşına gelinceye kadar sürdü. Sonra İstanbul kalabalıklaştı. Bizden büyük ablalar evlenerek piknik aboneliğini bıraktılar. Ağabeylerin bir kısmı üniversiteli bir kısmı iş sahibi oldular ve bizim çevremizde piknikler sona erdi. Faruk Nafiz Çamlıbel’in güftesini yazdığı “Sevdaların en coştuğu yer şimdi Boğaz’dır” şarkısı radyodan duyulunca ders çalışmayı bırakır ve Boğaziçi hasretini biraz gideren bu şarkıyı sonuna kadar dinlerdik. Yahya Kemâl 1958’de, Faruk Nafiz Çamlıbel 1960’lı yılların başlarında dünyayı terk ettiler. 1970’lerde Boğaz’ın karşı yakası da şehirleşmeye başladı. Hele 1980’li yıllarda Yahya Kemâl’in “Vatan semtinin ormanları” dediği Anadolu Hisarı arkasındaki tepeler beton ormanı oldu. Artık ipin ucu elden kaçmıştı. Bu keder ile “Kanlıca Vasfında Elektro Bağlama Eşliğinde Yozlaşma Gazeli Oyun Havası” şirini yazdım. 1990’lı yıllar başlamıştı. Otuz bir yıl sonra Marmara da Boğaz da can verme dönemine girdiklerini müsilajla haber verdiler. “Ağla gözüm ağla hicran yaraşır. Biz vurdumduymazlara buhran yaraşır.”

Mustafa Kutlu

Çevrecilik kapitalizmin fiyakasıdır

Marmara’da görülen müsilaj (deniz salyası) insan-tabiat ilişkileri bakımından son derece uyarıcı mahiyettedir. Bu ilişkilerin sadece Marmara’ya ait olduğu sanılmasın. Mesele çok büyük ve derindir. Öyle ki tüm dünya (gezegen) ve tüm insanlığı ilgilendiren bir konudur. Bu konu üzerine son derece geniş bir literatür bulunmaktadır. Ben de son iki yıl içerisinde bu büyük konuyu ele alan “Kalbin Sesi ile Toprağa Dönüş” ve “Akıntıya Karşı” adlı kitaplarımla meseleyi İslâmi temeller nazarından dile getirmeye çalıştım.
Bu mesele nedir? Doğrudan söylüyorum: İnsanlığın önüne tek bir seçenek, tek bir yol konulmasıdır. Bu yolun oluşumu; sermaye temerküzü-sanayileşme-endüstri-teknoloji ile vücut bulan kapitalizmin, liberal demokrasinin varlığıdır. Başka bir seçenek kalmamıştır. Vahşi kapitalizmin doğduğu günden bugüne kadar vahşetinden bir şey eksilmemiştir. Hücum ettiği unsurlar anâsır-ı erbaadır. Yani toprak, su, hava ve insan. Bu unsurlar her geçen gün yok edilmektedir. Küresel kapitalizm tekno kapitalizm haline dönüşmüştür. Ona karşı bir tez geliştirmek neredeyse imkân haricine çıkmıştır. Meselenin muharrik gücü sanayileşmedir. Bütün dünyanın kanını emen, şiştikçe şişen, tuttuğu yoldan döndürülemeyen, en ufak bir muhalefete dahi fırsat vermeyen bu hayat tarzı insanlığın sonunu getirmeye, dünyayı bir çöplüğe çevirmeye azmetmiş gibidir. Bu oluşumun tabiat tarafından (ki bunlar Cenab-ı Hakkın ayetleridir) çeşitli şekillerde insanlığı ihtar ettiğini görüyoruz. İster ozon tabakasının delinmesi ister buzulların erimesi ister okyanusların dibinde çöp dağlarının yükselmesi ister iklim değişikliği bu habercilerden bazılarıdır. Marmara’ya musallat olan müsilaj, tabiatın gördüğü zulüm karşısında adeta kusmuş olmasıdır. Sanayinin havaya, toprağa ve suya verdiği tahribat engellenemez, geri dönüşüm bir ham hayaldir. Çevrecilik kapitalizmin fiyakasıdır.
Teklifim insanoğlunun yeniden toprağa dönmesidir
Tüm önemli ırmaklarımız (Menderes, Gediz, Kızılırmak, Sakarya vb.) ve tüm derelerimiz üzerlerindeki sanayi tesislerinin atıklarıyla simsiyah akmaktadır. Bu nehirler, dereler dünyadaki diğer bütün ırmaklar her türlü pisliği denizlere akıtmaktadır. Bu gidişle temiz bir su ve temiz bir deniz kalmayacaktır. Toprak zehirlenmiş, hava kirlenmiştir. Dünyada her yıl hava kirliliğinden sekiz-on milyon çocuk ölmektedir. Meselenin aslı budur. Teferruatı ve alternatifi hususunda arzu edenler bahis mevzu ettiğimiz kitaplara bakabilirler. Benim teklifim: İnsanoğlunun yeniden Âşık Veysel’in tabiriyle sadık yâri olan toprağa dönmesidir. Bu teklif kalkınmacı, ilerlemeci, büyümeci, gelişmeci, zenginleşmeci, konfor düşkünü kitleleri ve hâkim sermayeyi ilgilendirmiyor. Hakikate kapanmış gözler böyle teklifleri ütopist, romantik, tatbiki nâkâbil bulmaktadır.
Edebiyata gelince herhalde bu acıklı manzara karşısında ağıt yakmaktan başka elinden bir şey gelmez. Bu konuda bana esasen söylemek istediklerimi ifade etmek hususunda fırsat verdiğiniz için teşekkür ederim.

Nurettin Durman

Kimyasal atıkla denizleri öldürüyor

İnsanlar tabiatı sevmekten önce kendilerini sevseler yeryüzünde çok şeylerin düzeleceği, çok güzelliklerin etrafa yayıldığını görecekler ama yapamıyorlar bir türlü. Çünkü tabiatı sevmek kendini sevmektir. İnsanların içlerindeki o müfsit o aşırı o gaddar dürtü alıp götürüyor ne varsa iyiden güzelden yana olanı. Çer çöp dünyası desek mi acaba gelecek olan zamanın içinde yer alacak olan çalının çırpının ormanın ve dahi tabii ki kendini ölümün kollarına açmış olan denizlere deryalara. İş öyle bir hale bürünüyor ki buyurganlar kendileri dışında kalan her şeye yok ol gözüyle bakmak eğilimindeler. Kitleleri yok eden silahlar nasıl insanı yok ediyorsa kimyasal atıklar da denizleri, dereleri o şekilde yok ediyor öldürüyor. Ölüler dünyasında küçük bir öbek olarak düşünülen azınlık insan pek keyifleniyor olsa gerektir bu durumdan. Önce oyunlarla, filmlerle, kurgularla başlıyorlar ve sonunda o doymaz, obur iştahlarıyla uygulamaya koyuyorlar planlarını.
Şiirim biraz daha gayret
Vaziyet geldi kapımızda dayandı. Şehrimizin kıyıları teknolojik atıkların, plastiğin, çeşitli varyantlı kirliliğin taarruzuna uğradı. Şiirimiz boğazın dalgalı sularında çağlarken böylesi bir kirliliğin içine düşeceğini bilemezdi elbet. Buyurganlar çarelerini başka alanlara kaydırmadan has şiirin şiddetini beyinlerinde hissetmeden olmayacak galiba bu iş.
Beylerbeyi sahilinde dalgalar kıyıya dalgalanıp geri dönünce şiirin kapıları daha aydınlık olarak açacak kendini bu güzeli İstanbul şehrinin esenliğine.

Özcan Ünlü

Onlarca “sıkı” şaire ilham aşılamış bir şehir

İstanbul, dünyada eşine az rastlanan bir medeniyet şehri. 8 bin 500 yılla tarihleniyor. Bu çok mühim. Bu medeniyetlerin izlerini bugüne taşıyor. Hiçbir şehre nasip olmamış doğal güzelliği… Bütün bunlara bağlı olarak verdiği ilham. Eskiden İstanbul, Tarihi Yarımada ve Boğaziçi ile Pera’dan müteşekkildi. Uzak köyleri ise sayfiye yeri. Örneğin Fatih’te oturan biri Çamlıca’ya veya Erenköyü’ne misafirliğe gittiğinde mutlaka yatıya kalırdı. Boğaziçi, İstanbul’un gerdanlığı olarak ayrı bir öneme sahipti. Yalıları, erguvanlı bahçeleri, bostanları ile Boğaziçi medeniyeti şair ve yazarlara ayrı bir ilham veriyordu. Nedim’den Abdülhak Şinasi’ye, Yahya Kemâl’den Sezai Karakoç’a, Necip Fazıl’dan Attila İlhan’a, Turgut Uyar’dan Arif Ay’a… Onlarca “sıkı” şaire ve yazara ilham aşılamış bir şehir İstanbul. Batılı seyyahların çoğu oryantalist metinlerinden, filmlere ve tiyatro oyunlarına… İstanbul derinlemesine yerleşmiş bir şehirdir.
Deniz salyası siyasi bir reflekse bağlanmamalı
İstanbul Boğazı donan suyu, nazlı vapurları, şahane yalıları ile sanatımızı da besleyen bir kaynak iken şimdilerde müsilaj yani deniz salyası meselesi ile gündemde. Bu durumun bir felakete dönüşmemesi için önlem alınması gerekiyor. Sadece Boğaziçi habitatı için değil tarihi ve kültürel değerleri açısından da bu meselenin bir an önce çözümlenmesi gerekiyor. Bu durumun üzücü fakat geçici bir durum olduğunu düşünüyorum. Deniz salyasının siyasi bir reflekse bağlanmaması gerekiyor. Son yıllarda alınmayan önlemler, yetersiz arınma gibi sebeplere bağlanabilir ancak bu durumun bir an önce çözüme kavuşturulması gerekiyor.
Yahya Kemâl’in “Aziz İstanbul”u, Necip Fazıl’ın “Canım İstanbul”u, Sabahattin Ali’nin “Mantolu Şehri”, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “yasemin kokusu”, Vedat Türkali’nin “salkım salkım” şehrinin yaşaması ve ilham vermeyi sürdürmesi sağlanmalıdır.
Ben, “Doldurdum Bardağıma Bütün İstanbulları” isimli uzun şiirimde Müslüman taşlardan yapılmış camilere, Boğaz’daki istavrit sancısına, erguvana dair şehrin sembollerini yazmış idim. Fakat birçok şiirimde İstanbul bir gölge olarak hep var. Nedim’den, Yahya Kemâl’den, Turgut Uyar’dan, Cahit Zarifoğlu’ndan, Sezai Karakoç’ta en güzel ve etkili anlamını bulmuş olan İstanbul’u ben hep sevdim, daima seveceğim.

Önceki Yazı

Aziz İstanbul’a Âşık Bir Şair

Sonraki Yazı

“En Büyük Tutkum Sanatla Mest Olmak”

Son Yazılar