Vaktiyle her genç gibi, bir dergi çıkarma hayaline ben de kapıldım yalan yok. Peşinen söyleyeyim dergi sıfırıncı sayıyla okurlara veda etti. Fakat unutulmaz anılarımız oldu. Heyecanla Nazan Bekiroğlu’nun kapısını çalmıştık, nezaketle sorularımızı cevaplamıştı. En sevdiği yazarı sorduğumuzdaysa, “Çehov en iyi arkadaşım,” demişti. İnsanın en sevdiği yazarla bir süre sonra arkadaş olabileceğini ilk defa o gün duymuştum.
Bir süredir o günü, o içten sözü sıkça hatırlıyor ve sadece Anton Çehov okuyordum. Derken bir şey oldu. Başından beri bildiğim o şey bambaşka göründü gözüme.
Çünkü “Martı”yı sahneye uyarlayan Thomas Kilroy’un aklımdan kolayca silinmeyecek bir sözüne rastladım. Şöyle diyor Kilroy: “Ölümsüz ya da sadece iyi olarak kabul edilen, bizi mest eden yazarların ortak bir özelliği vardır: Bir yere gider ve sizi de çağırırlar.”
Yazarlar olayları değil de hayatın derin duygularını, insan deneyimlerinin özünü yakalıyordu. Bu nedenle okuduğumuz her bir sayfa, kendi duygularımızla açılan bir kapıydı. O kapıdan geçebilirsek tabii. Çoğu zaman o eşikten atlamanın, kendimizle yüzleşmenin zorluğunu kabul ettim yeniden okudukça. Nazan Bekiroğlu’nun o gün söylediği sözün, bir yazarla arkadaş olacak mesabede olmanın, ne denli güç ve ne denli ürkütücü olduğunu idrak ettim.
Bakın anlatayım. İçine doğduğu toprakları bu kadar yakından tanıyan, insanının bütün zaaflarının fotoğrafını çekip öylece önümüze koyan Çehov ile arkadaş olmak kolay mı? Bence hiç kolay değil.
“Altıncı Koğuş”ta, arsızlığın, her türlü süfli davranışın kol gezdiği bir toplumda, sohbet edecek insanın aklını yitirmişler arasında bulunacağını mı ima ediyor Çehov? Ben öyle anlıyorum. Sadece yaşamın özünü kavramaya çalışıp özgürce yaşamaktan dem vuruyor. Aydınların bazen sessizleşebileceğini bu durumların hiç de nadir olmadığını fısıldıyor o kesin. “Bütün bunları bana sürekli hatırlatan biri yanımda olsa ne güzel olurdu,” diyorum önce. Ama sonra benimle ilgili de neler geçerdi aklından, bir düşünüyorum.
Bunları söyleyen bir yazarın bizi çağırdığı yere ulaşabilir miyiz mesela? Ya da insanın yaşamak için kendisine bir inanç bulması gerektiğini aksi hâlde yaşamanın içinin boş olduğunu hatırlamak kolay mı hepimiz için?
Bin yıl sonra da insanların “Of hayat ne zor!” diye hayıflanacağını söyleyerek muzipçe gülümsüyor yüzümüze Çehov. Bunu nasıl hazmedeceğiz! Hiçbir şey yapmadan acılardan, kıyımlardan, savaştan ve zulümden bahsetmenin anlamsızlığını yüzümüze vuruyor.
Hayatımız onun bir hikâyesinde söylediği gibi asıl yaşamımızın müsveddesi olsa, temize çekip yeniden başlasak daha iyi insanlar olabilir miydik, bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum. Yine ondan ödünç alarak söyleyeceğim. “Emek” hayatın en anlamlı çabası. İnsan neyle meşgul olursa olsun ona emek verdiğinde erdemin altını doldurabiliyor. Etrafta olup biten için daha iyisini dilemek de emek belki ama o, bundan fazlasının gerektiğini söylüyor. Yoksa onun karakterlerinden biri gibi, “Yaşam geçip gitti, hiç yaşamamışım gibi,” diyeceğiz gibi geldi son kitabı “Vişne Bahçesi”ni tamamlarken. Çehov, Kilroy’un dediği gibi bir yere gidiyor ve beni de çağırıyor. Arkadaş olamasak da bu iyi bir başlangıç öyle değil mi?