Moritanya’nın başkenti Nuakşot’tan Sahra’nın derinliklerine doğru tanıdık bir yolculuğa çıkıyoruz. Sahra Çölü’nün kıyısındaki Cezayir sınırına yakın bir köy olan Merzouga’ya, gecenin derin karanlığında develer üstünde yıldızları seyrederek seyahat ettiğim o yaz aklıma geliyor hemen. Sıcak, gece ve çöl. Develerin boynundaki zil sesleri, kafiledeki bir Türk’ün kısık sesle mırıldandığı türküye karışıyordu. 5 yıl sonra bu kez Fas’ın değil Moritanya’nın kalbindeyiz. Sahra yine gizemini koruyor. Çöl sözünü aynı makamda söylemeye hazır.
Mekân bazen hiç durmandan konuşur, şahitsindir, anlatacakları ruhundan taşacaktır neredeyse. Bizim için Şinkıt’a giden yol da tam olarak böyleydi. Kumlarla kaplanmış bir ülkenin söyleyeceklerini dinlemeye çalıştığımız anda, her şey durmuş ve çölün yorgun/bilge sesi çok uzaklardan duyulmaya başlamıştı bile. Bir çağrıydı bu. Kırık dökük bir minibüsün içinde, tepemizdeki güneşe, yarı aralık camdan içeriye sızan alevlere ve bitmeyen yol uygulamalarına aldırış etmeden, bazen hiçliğin ortasında, bazen kaybolmuşların safında, bazen de yolun anlattığı masallarda buluyorduk kendimizi. Bu her seferinde böyle. Beş yüz kilometre boyunca, antik bir çöl kasabasına varmak ümidiyle doluyuz sadece. Hiçliği ve kumları aşarak Atar şehrine ulaşıyoruz nihayet. Şinkıt çölün ortasında bizi bekliyor ama ona giden yollar kapalı. Güneş bizi eritmeden hemen önce 4×4 bir araç bulup, 1.5 saatlik vadili, engebeli, yokuşlu bir off-road yolculuğuna dalıyoruz. Yüzyıllar önce hac kafilelerinin, ticaret kervanlarının ve cümle kayıp seyyahların geçtiği yollardayız. Garip bir his. Bir Hilux’un içinde, Fransızca/Arapça melezi bir dilde (kendi icadı olması muhtemel) durmadan dert yanan şoförümüzü dinliyoruz. Bu kadar zorluğu aşıp çölün ortasındaki Şinkıt’a gitmeye değecek miydi peki?
Kumların ortasında, kelimelerin sırrıyla!
Etrafında başka yerleşim yerinin olmadığı, çölün ortasında serap gibi yükselen, bir zamanların haşmetli bilim merkezi, Şinkıt’a varıyoruz nihayet. Daha önce karşılaştığım güzelliklere, uğradığım mekânlara, gezdiğim şehirlere hiç benzemiyor burası. Zamana, kumlara ve moderniteye direnmeye çalışan, kendine özgü, varlığının farkında, yorgun ama belli ki artık yalnızca güzelliğine tutunarak nefes alıyor. 8. yüzyılda kurulmuş bu kıdemli şehir, 1200 yıldır aynı yerde ziyaretçilerini ve ona sığınanları ağırlıyor. Mekke’ye giden hac kafilelerinin bir kervan durağı olarak kullandığı Şinkıt’ın, Batı Afrika’nın en önemli ilim-kültür merkezlerinden biri olmasını sağlayan şey de gelen ziyaretçilerin/tüccarların bıraktığı değerli kitaplar, tarihi el yazmaları ve nadir eserlerle ortaya çıkan kültürel zenginlik olmuş. Zaman içinde artan ziyaretçi yoğunluğuyla birlikte hâsıl olan, eldeki kitapların saklanması, sergilenmesi ihtiyacının kütüphane fikrini akla getirmesi, bu kültürel vahanın doğuşunu müjdelemiş aslında. Kumların ortasında yükselen çöl kütüphanelerinin tarihi arka planı böyle.
17. yüzyılda sayıları otuzu bulan kütüphanelerden bugün yalnızca dördü ayakta; al-Habot, al-Ahmad Mahmud, al-Hamoni ve Ould Ahmad Şerif. Kuşaktan kuşağa aktarılan kitap muhafızlığı geleneğini yaşatan bu dört ailenin himayesinde, zamana, kumlara, fırtınaya, güneşe ve termitlere direnen kütüphanelerden, özellikle, şehir merkezindeki kumların üzerine dikilmiş yön tabelalarıyla yerleri gösterilen al-Habot ve al-Ahmad Mahmud ikilisi, şehrin kültürel simgesi gibi. Turist kafilelerinin gösterdiği ilgiyle ayakta kalmaya çalışan bu iki kütüphanenin çalışma saatleri biraz esnek, namaz vakitleri, güneşin yakıcılığı, ziyaretçi sayısı gibi durumlar mesai saatlerini etkiliyor. Yine de adanmış ruhlar tarafından himaye edilen kütüphaneleri görmek için gelenler, biraz bekleyişten sonra bu isteklerine kavuşuyorlar. Uzaktan mavi uzun giysileriyle ağır ağır yürüyerek gelen son muhafızların, ceplerinden çıkardıkları tahta anahtarlarla bir ritüel gibi yavaşça açtıkları kütüphanelerinin kapısından içeriye doğru o ilk adımı atmak bile oldukça heyecan verici. Sırlar odasına girdiğinizde, en az eski kitapları, tarihi atmosferi ve binlerce yıllık el yazmalarını görmek kadar, sahibinin sesinden hikâyelerini dinlemek de güzel. Kitapların sayfalarıyla birlikte getirdikleri/taşıdıkları o kadim hikâyeler.
Güneşli günlerin sonsuzluğunda
Şinkıt, çölün ortasında tek seferde görülebilecek bir serap. Güneşin yakıp kavurduğu ama mukimlerinin buna çoktan alıştığı Şinkıt, 12.00-16.00 saatleri arasında hayalet şehre dönüşüyor. Bu şehirde kaybolmak imkânsız. Tam meydan kısmında gökyüzüne doğru yükselen, şehrin her yerinden görünen büyük su kulesi (deposu) bizim seyahatimiz boyunca merkezi gösteren dev pusulamız oldu. Kaddafi’nin yaptırdığını söyledikleri bu su deposunun etrafı, serinlik çöktüğü vakitte, hemen yanında bulunan -elbette soğuk dolabıyla gönlümüzü fetheden- küçük bakkaldan alınacak içeceklerle akşam oturmaları için fazlasıyla ideal. Sosyalleşmek için kullandığımız bu mekânda, kulağımıza dolan Ayaz Erdoğan’ın Hep mi Ben? şarkısını galiba hiç unutamayacağız. Küreselleşme ve Müzik bahsi başka bir zamana artık. Şinkıt ahalisi genel olarak sıcakkanlı, hem kadınlar hem erkekler iletişme açık, sakin ve güler yüzlü. Çocuklar ise her daim neşeli, dünya umurlarında değilmiş gibi yaşıyorlar, çocuk gibi davranma hakları saklı.
Şinkıt asfalt yolun olmadığı, sert kum zemin ile yumuşak çöl zeminden mütevellit yollara sahip bir şehir. Yağışlı havalarda göle dönen, şehrin tam ortasındaki çöl zemin iki yakayı da birleştiriyor. Güneş Şinkıt’tan elini çektiğinde çöl futbolu başlıyor burada. Şinkıt’ın gençleri akşamüstlerini kum üstüde çıplak ayakla maç yaparak karşılıyorlar. Burda tek bir geçerli şifre var; selamünaleyküm! Ben de bu şifreyi kullanarak maç şölenine dâhil oluyorum ama tırnağımın kumlara karşı direnç gösterememesi sebebiyle ufak bir sakatlıkla sahalara erken veda ediyorum. Brezilya sahillerinde yaptığım maçı unuttum bile.
Şinkıt, mutfak kültürü açısından biz Türklere fazla bir şey vaat etmiyor. Kum ekmeğinin tadı güzeldi, nane çayından belki hatır için kültürel yudumlar alınabilir. İri taneli pirinç pilavı, et. Kahvaltı çok reçel, hiç peynir, sallama çay. Türkiye’den çıktıktan sonra -dünyanın neresi olduğu fark etmeksizin- damak zevki konusunda beklentileri düşük tutmanın mutluluk getirdiğini daha önce defalarca tecrübe ettiğim için, bunları sorun etmeyip, sıcak kum ekmeğimi ısırarak yürümeyi sevdim.
Şinkıt, çölün baskısı altında hayatta kalmaya çabalıyor, özellikle şehrin batı kısmı kumlara karşı teslim bayrağını çekmiş durumda. Diğer evler Sahra’nın amansız koşullarıyla mücadeleye devam ediyorlar. Elbette burada modern mimari yapılar yok. Evler genelde Berberî-Sahra mimariyle inşa edilmiş; kızıl kuru taş ve çamur tuğlası, palmiyelerden yapılma düz çatı, akasya ağaçlarından elle oyulmuş dış kapılar. Benzer mimariye sahip, göz alıcı dış görünümü ve bilhassa minaresiyle Moritanya’nın milli simgelerinden sayılan 13’üncü yüzyıldan kalma Şinkıt Ulu Camii (Cuma Camii), kumların üzerine secde edilen iç zemin yapısıyla, dünya üzerinde en farklı namaz/ibadet tecrübelerinden birini yaşatıyor misafirlerine. Çölün ortasındayken, kumun rahatsız ediciliğine değil, insanların hayatının bir parçası olduğuna odaklanmamız şart galiba.
İnsanın yolu durup-dururken Şinkıt’a düşmez. Ama görmeye değer bir güzellik burası. Şinkıt’ı, çöl kütüphanelerini, doktor olmak hayaliyle yaşayan küçük kız çocuklarını, Kaddafi’nin su deposundaki akşam oturmalarını, kum zeminli Cuma Camii’ni, insanların inançla-imanla kurdukları o saf bağı ve hiçliğin ortasında olmayı… Bunları hiç unutamayacağım galiba. Öyle der eskiler, insan bir kere çöle düşmeye görsün; Mecnun da odur artık, Leyla da.