Gülcan Tezcan
Askeri darbelerin oluşturduğu acı tarihi yazmış olduğu romanlarla anlatan Ahmet Tezcan: Ben Türkiye’deki askeri darbelerin zaman zaman bu masala isyan eden ve “Alkımın altından kimse geçemez” diyen halkı hizaya getirme operasyonları olduğunu düşünüyorum. Bir yazar için bu çok hazin, çarpıcı bir hikayedir.
Alkımın Altından Kimse Geçemez roman serisiyle yakın tarihimizdeki darbelerin Anadolu’ya nasıl yansıdığını anlatan gazeteci-yazar Ahmet Tezcan, “Türkiye’deki askeri darbelerin halkı hizaya getirme operasyonları olduğunu düşünüyorum. Bu romanlarla asıl vurgulamak istediğim, her on yılda bir askeri darbeleri çağıran bir siyasi, ideolojik ve sosyal felakete dikkat çekmek.” diyor. Tezcan’la darbeleri ve romanlarındaki yansımalarını konuştuk.
Kafirun ve Sarı adlı romanlarınızda yakın tarihin çalkantılı olaylarını, siyasal kamplaşmaları konu almıştınız. Neden edebiyat dünyasına adım atarken ilk romanlarınızda darbe ve darbeye giden çatışmaların arka planını anlatma ihtiyacı duydunuz? Bu konular neden edebiyatın konusu olmalı?
Kafirun ve Sarı şu an üçüncüsü elimde olan Alkımın Altından Kimse Geçemez serisinin ilk iki romanı. Bu seri ile Türkiye’deki üç darbeyi anlatmak istedim. Kafirun 27 Mayıs askeri darbesinin hemen sonrasında dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve Demokrat Partililerin yargılanma sürecinin Anadolu’daki yansımalarını anlatır ve üç idam ile biter. Sarı on yıl sonrasına gider, 12 Mart Muhtırasını ele alır ve o da Deniz Gezmiş ile iki arkadaşının idamı ile biter. Halen yazmakta olduğum kitap ise 12 Eylül romanı olacak, böylece seri tamamlanacak. Bu romanlarla asıl vurgulamak istediğim, her on yılda bir askeri darbeleri çağıran bir siyasi, ideolojik ve sosyal felakete dikkat çekmek. Kafirun romanında Müfit Hoca karakteri bu felaketi anlatır. Tanzimat’tan bu yana özellikle Jön Türkler, İttihat Terakki ve sonrasındaki Cumhuriyet’in kurucu kadrosu bir imparatorluk toplumunu kendi kültür kodlarından ve inanç değerlerinden kopararak bambaşka bir kültür ve değerler manzumesine dahil etmeye çalıştılar. Batılılaşma dediğimiz bu macera aslında çocuklar arasında yaygın olan gökkuşağının altından geçen oğlansa kız olur, kız ise oğlan olur masalına benzeyen bir heves. Fakat bu hevesin faturası çok ağır oldu ve adeta ısırgan otundan deli gömleği giydirilerek çıldıran toplumda tarihin en hazin karakter parçalanması gerçekleşti ve Türkiye hatta Osmanlı bakiyesi olan bugünün devletçiklerinin bulunduğu çok büyük bir coğrafya Şizoid Tımarhanesine döndü. Ben Türkiye’deki askeri darbelerin zaman zaman bu masala isyan eden ve “Alkımın altından kimse geçemez” diyen halkı hizaya getirme operasyonları olduğunu düşünüyorum. Bir yazar için bu çok hazin, çarpıcı bir hikayedir.
Tarafgir dil kime ne kazandırmış?
Romanlarınızda nasıl bir dil kurmayı tercih ettiniz? Tarafgir ve propagandist dilden bilhassa uzak duruşunuzun nedeni nedir?
Tarafgir ve propagandist dil kime ne kazanırmış ki onu tercih edeyim? Toplumun kimliksizleştirilmesi, karaktersiz bir toplum yaratma ideolojisi zaten tarafgirlikten beslenir, propagandist dili çoğaltır. Kelimelerimle onların ekmeğine katık mı olaydım? Kaldı ki tarafgirlik ve propagandist tavır benim içine doğduğum kültüre ve inancıma bütünüyle zıt. Kendi dininin dayatılmasına bile razı olmayan bir Allah inancına sahibim ve bu inanca göre tarafgirlik yasak olan bir şey. Önümde “Rabbinin adıyla oku” diyerek her şeyi en az 99 değişik açıdan düşünmeyi emrettiğine inandığım bir kitap var. Emir bu kadar açık iken nasıl tersine kalem oynatabilirim ki?
Kahramanlarınızın çatışmacı değil uzlaşmacı oluşu özel bir tercih miydi?
Her insan kendi içinde çatışmalar yaşar, insan olmanın özelliği ve güzelliği de buradadır. Bize düşen o çatışmayı dışarıya yansıtmadan özde çözmek ki Kur’an buna kısaca İslâm diyor. İslâm kelimesine barış dışında, ona uzak bir anlam veren ve hayata o anlamı taşıyan hain değilse ahmaktır. İnancıma göre tevhid dediğimiz şey aynıların beraberliği değil, zıtların, farklılıkların dengesidir ve İslam bu ahengin adıdır. Dolayısıyla çatışmacı değil, kökten uzlaşmacıdır. Salih kavramı “barışa yönelik işler yapan” olarak çevriliyor, barışa, iyiliğe yönelik işler. İnsanın doğası da, tabiatın ruhu da insanı uzlaşmaya yöneltir, hatta tazammun eder. Tek başına hayatta kalması imkânsız tek yaratık olarak insan uzlaşmaya mahkumdur aslında. Öz itibariyle her insan böyledir, fakat iş söze düştüğünde Cenab-ı Yunus’un tabiriyle başlar kesilmeye başlar. Özel bir tercih evet, insana özünde zaten olanı hatırlatarak baş değil savaş kesen sözü aramak. Derdim bu.
Bir avuç toz gibi savrulacağız…
Sağ ve sol çatışması bu tür anlatılarda ana aksı oluştururken siz çok başka bir yerden bakmayı ve okumayı seçtiniz. Bu yaklaşım okurda nasıl karşılık buldu?
Yaşadığımız çatışmalar kimi iddiaların aksine doğal değil oluşturulmuş, kurgulanmış, dayatılmış süreçlerdi ve toplum korkunç bir ayrışmaya, parçalanmaya ve dağılmaya itildi. Osmanlı’nın çözülme, dağılma ve yıkılma süreci tabii bir sosyolojik süreç değildi. O süreci iyi okumak lâzım. Bugün de benzer bir süreci yaşıyoruz ve aklımızı başımıza devşirmez isek, 15 Temmuz’un uçağına, tankına, tüfeğine gerek kalmadan yine bir avuç toz gibi savrulacağız. Yazdığım romanlarda ve senaryolarda hep buna dikkat çekmeye çalışıyorum ve sözlerimin aradığı kulağı bulduğunu düşünüyorum. Mesela aradan aslında 12 Eylül Darbesi’ne giden süreci anlatan Yedi Güzel Adam dizisinin geçen yıllara rağmen internet üzerinden tekrar tekrar izleniyor oluşu, kimi sahnelerinin milyonlarca kez paylaşılıyor olması son derece dikkat çekicidir.
Edebiyatımızda darbeleri ve bu tür siyasal müdahale dönemlerini konu alan eserleri okuma fırsatı buldunuz mu? Bu tür anlatılarda nasıl bir yaklaşım hakim?
Hakim yaklaşımdan kastınız ortaya konulan eserlerde belli bir ideolojik bakışın sayısal çokluğu ise şayet ben bunun altını çizmenin çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Herkes eteğinde olan taşı döküyor, kepçesinde olanı sunuyor, kendi penceresinde gördüğünü anlatıyor. Bunda bir tarafın fazlaca sunum yapmış olmasının çok değeri yok ve ben sürekli buna vurgu yaparak bir taragfirliğin karşısına başka bir tarafgirlik çağrısında bulunmanın da az evvel sözünü ettiğim ekmeğe yağ sürmek olduğunu düşünüyorum. “Hakim yaklaşım” yahut “kültürel iktidar” gibi söylemler barışmaya değil ayrışmaya hizmet ediyor bence. Hepsini düne bırakıp yeni şeyler söylemeli ve ahsen olmayan güzele, iyiye, uzlaşmaya götürmeyen sözleri terketmeli. Aliya İzzetbegoviç merhumun hapishane notlarından oluşan Özgürlüğe Kaçışım kitabında dikkat çektiği “Yeryüzü ile gökyüzü arasındaki uzlaşının sırrı nedir?” sorusunun cevabını aramalı. O soru Fussilet Suresi’nin 11. ayetine dikkat çeker ve bence o ayetin anlamı üzerinde çok düşünmemiz gerekiyor.
Devrimci olan edebiyatın kendisidir
Darbe ve siyasal müdahalelerin edebiyata doğru ve yeteri ölçüde yansıdığını düşünüyor musunuz?
Doğruluk ve yeterlilikten ne anladığınıza bağlı. Kime göre doğru, hangi ölçüde yeterli? Edebiyatta, sanatta yeterlilik söz konusu olamaz. Sonsuzluğa yazılan mektuplardan bahsediyoruz nihayet.
Özellikle sol düşünce dünyasına sahip yazarlar 71 muhtırası ve 12 Eylül’e ilişkin çok fazla romana, hikâyeye imza attılar. Bu anlamda bir devrimci edebiyattan söz etmek mümkün mü? Bu anlatılarda dikkatinizi çeken en temel unsurlar neler?
Devrimci olan edebiyatın kendisidir yazarı değil. Attila İlhan’ın “Hangi” serisi var biliyorsunuz. Ona uygun sorularla karşılık vermek geliyor içimden. Hangi sol? Hangi devrim? Dün Go Home pankartlarıyla Amerikalı askerleri denize atan ve akıl almaz bir iftira ile sağcıları 6. Filo’ya secde etmekle suçlayan sol, bugün ABD bayrağına sarılarak uyuyor ve “Dünya 5’ten büyüktür” diyerek bir kaç emperyalist ülkenin dünyanın kaderini belirlemesine karşı çıkan bugünün sağcılarını emperyalist 5’linin ağzına uyarak diktatörlükle, dik kafalılıkla suçluyor. Hangi sol? Devrim ne? Yaşanılanlar bu uyduruk kavramların saçmalığını bize hâlâ göstermedi ise daha çok çekeceğimiz var demektir.
Sağ ve muhafazakar camiada kayda değer eserler üretildiğini düşünüyor musunuz?
Aynı cevabı belki çok da ağır bir ifadelendirme ile bu soruya da vermek istiyorum aslında. Hangi sağ? Muhafazakarlık ne? Sağ kavramından ne anladığınızı, muhafazakârlığın ne olduğunu bana anlatmanız gerekiyor. Bendeniz özellikle muhafazakârlık kavramından iğrenme derecesinde gıcık kapıyorum. Siz bana bir edebi eserin kayda değer olması için öngördüğünüz kriterleri söyleyin ben o kriterlere göre yazılmış olanları sıralayayım. Sol ve devrim ile sağ ve muhafazakar kavramlarını birbirine çarptılar yıllarca sonuçta elimizde bir avuç toz kaldı ve biz hâlâ o tozun zerreciklerini birbirinden ayırmaya çalışıyoruz. 12 Mart öncesinde komünist doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın bir makale ile yaptığı gibi “Yeter be” diye bağırmak geliyor içimden. Hakikaten, yeter be!