2007 yılından îtibâren önce kaybolmuş bir çalgı olan çeng’in canlandırılması, daha sonra ise çeşitli arplarla yaptığım Türk müziği çalışmalarım vesilesiyle bu geleneğin içinde nota kaynaklarının nasıl temin edildiğine ve kullanıldığına tanıklık ediyorum. O güne kadar müzisyenlerin nota ihtiyaçlarını ya kendi arşivlerinden, ya bir yayıncıdan, ya bir müzik kütüphanesinden veya arşivinden temin ettikleri bir düzenden ışınlanıp, kendimi, notaların birtakım internet arşivlerinden veya hard disklere yüklenmiş özel koleksiyon toplamalarından “çıkartılarak” temin edildiği bir işleyiş içerisinde buldum.
Bu çalışmalara ev sahipliğini yapmaya başladıktan sonra rolümün kullanılacak olan notaların tedariğini de gerektirdiğini anlamış oldum. Repertuarı belirleyen kişinin birbirinden farklı versiyonları bu arşivlerde cirit atan notalar arasından kendi tercihini yapması kaçınılmaz bir gereklilik. Ancak bu nota “çıkartma” işi bir süre sonra bende epey soru işaretleri oluşturdu. Şöyle ki, bir önceki konserle aynı eserleri geçecek olsak bile, her sefer müzisyenlerin provaya notasız geldiğini gördüm. Oyunun âdetâ değişmez bir kuralı varmışçasına, konser bitiminde notalar müzisyenler tarafından nota sehpalarında “terk” edilmekteler. Yani nota değersiz bir kağıt parçası gibi, bir kağıt peçete atarcasına atılmakta. Sonra aynı notalar tekrar tekrar “çıkartılıyor”.
Bu durum Türkiye’de meslek insanlarının sürekli yaşadıkları, yakındıkları, arka planında Türk müziğinin notayla dâvasının daha elzem boyutlarını barındıran önemli bir durum. Meselâ, müzisyenlerin repertuarında eserlerin farklı versiyonları olması sebebiyle provalarda gerginlikler yaşanmakta; hatta versiyon farklılıklarından kaynaklı tarihe geçmiş kavgalar, istifâlar hâlen dillendirilmekte. Gözlemlediğim bir başka konu ise; müzisyenler notalar üzerine icrâya dair notlar almışsa dahî, o notlar sadece o icrâ için geçerli olarak düşünülüyor-ki bu bazen böyle- ve bundan dolayı bile konserden sonra sehpada bırakılabiliyorlar. Meşk’in ân’a özel olabilen bu tür icrâ pratiklerinin bile-ki ne büyük bir zenginlik- notanın şahsî ve muhâfaza edilmeye lâyık bir evrâk olarak sahiplenilmemesi sonucunu doğurduğunu düşünüyorum. Aslında meşk’in bu cilve ve nazlarını pekalâ karşılayacak bir teknoloji çağındayız!
Sorun, notaların internetten indirilmiş, “çıkartılmış”, bazen okunaksız bir el yazısından ibâret olmasında ve üzerinde sistemli, bilimsel bir mutâbakatın olmamasında yatıyor. Bununla girift olarak notaların günümüzde aktif bir yayıncılık faaliyetinin ürünü olmaması ve bilâbedel, gelişigüzel dolaşımı da etken. Notalar sahipsiz ve dolayısıyla da kimliksizler. Üzerinde durulması gereken nota sehpalarında terk edilmiş notalar değil elbette. Bu benim durumun vehâmetini farketmemi sağlayan ve zihnime kazınan bir “kare”.
Bu parametrelerin mevcûdiyedinde notalara değerli evrak olarak gerçekten ne kadar değer atfedilebilir ki? Oysa, 1875’ten îtibâren bu topraklarda müzik kültürümüze dâir ciddi neşriyat faaliyetleri bulunuyor. Ancak son yetmiş yıldır bu konuda büyük bir atâlet hâkim. Bu konuyu bir sonraki yazımda ele alacağım.