Performans sanatçısı Günseli Kato: “Hiçbir yüzyıl bir başka bir yüzyılın kopyası olmamıştır. Mesela Osmanlı’da nakkaşhane her padişah dönemi değişmiştir. Oradaki hocalar da değişmiştir. Değişim olmak zorundadır. Fakat bu da kendi kültürünün geçmişini çöpe at demek olmuyor. Aksine değişim bir nefes ve ruh getirme gayesidir. Bu öyle kolay bir doğum değildir.”
İstanbul tam anlamıyla bir kültür sanat haznesidir. Eğer İstanbul’da yaşıyorsanız ve üstüne de bir sanatseverseniz kendinizi cennette gibi hissedebilirsiniz. Çünkü burada bir sergi biter bir diğeri başlar. Festivaller mevsimler gibidir, kendi havasını soldurmadan gitmez. Peki kültürel ortamda bir inşa ortaya koyulurken sadece sanatsal faaliyetler mi vardır? Tabii ki de hayır. Çünkü yüzyılların oluşturduğu bir kültür haznesi olan bu şehri bu şekilde sınırlandıramayız. Sanat yaratıcısıyla vardır. Zaman içerisinde birçok sanatsal faaliyetler oldu, yeni nesillere yeni eserler ve fikir tohumları bırakıldı. Bizler ise bu geçmişten gelen birikimini ve sanatçıların izlerini çağın suretinde yansıyan sanatsal çalışmalarda görüyoruz. Eser kadar sanatçının bir sanatsal nitelik taşıdığını unutmamak lazım. Temaşa ettiğimiz, üzerine konuştuğumuz eserlerin fikirsel ve anlamsal altyapısı kadar sanatçının ruhunun derinliklerine de inmek gerek. Son zamanlarda ki sanatsal gezilerimi, incelemeleri mi hatta yaptığım haberleri bu düşünceler eşliğinde gerçekleştirdim. Bunun üzerine son zamanlarda bir konferansını dinleme fırsatı bulduğum ve minyatür üzerine bir dosya haber için görüş aldığım performans sanatçısı Günseli Kato ve çalışmaları üzerine yoğunlaştım. Siz değerli sanatseverlerin de Türkiye’nin Mavi Kato’sunu yakından tanımanızı istedim. Günseli Kato ile sanat anlayışını ve ilginç hayat hikâyesini konuştuk. Gelin bu sefer Türkiye ile Japonya arasında mavi bir kelebeğin İpek Yolu üzerindeki hikayesine kulak verelim.
Sanat hayatınızda yaşadığınız dönüm noktalarınızı anlatır mısınız?
Hiçbir zaman kaç yaşında olduğumu hissetmedim. Şöyle bir maziye bakıyorum ve “ne kadar uzun yaşamışım Ya Rabbim” diyorum. Bitmeyen, tükenmeyen bir kültür ve yaratılış hikâyesi. İnsanın dünyaya gelmesi, varoluşu bir hediyedir. Bu hediyeyi güzel, faydalı ve doğru bir misyonla yönetebilmek hiç kolay bir şey değil. Özellikle de sanat ve kültür ile bu yaratılışı taşıyabilmek de önemlidir. Benim hayatımın dönüm noktaları tabii ki de sanat yapmaya karar vermemle başladı. İstanbul gibi dünyanın gözü önünde olan bir şehirde dünyaya geldim. Burada sanatçı olmadan sanatla iç içe yaşamak ve bu şehrin kültürüyle donanmak çok farklı bir şey olduğunu düşünüyorum. İstanbul’un şehir kültürü misyonunu dünyaya yaymak için omurganın sağlam olması lazım. Çünkü bu çeşitli disiplinler ile birlikte çalışmayı gerektirir. Bu ise hem çok yorucu hemde eğlencelidir.
Sanatla tanışma sebebim annemdir
Neresinden başlasam bitmeyen bir hikâyem var. Sanatı ve güzelliği annemle görmeye başladım. Anne; bakmayı, görmeyi ve dokunmayı öğretir. Bundan dolayı annemin sanata olan yeteneğini yadsıyamam. Boyalarla, renklerle güzelliklerle kısacası sanatla tanışma sebebim annemdir. Annem zamanında Üsküdar’da bulunan kız sanat okulunda okumuş. Bu okul şu anda olmayan bir eğitim tarzına sahipmiş. Günümüzde ise olgunlaşmalar, sanat okulları, güzel sanat fakülteleri var ama o dönemin kız sanat okulları farklıdır. Çünkü o okullarda adabı muaşeret gibi temel eğitimler veriliyordu. Bu gibi okullardan birisine giden kişi sanatla karşılaşıyordu. Tarih, felsefe, dikiş nakış her şeyi öğreniyordu. Bunların yanı sıra da kültür hazinesi ile karşılaşılan da bir yerdi. Annem de böyle bir okulda yetişmiş biri. Bundan dolayı annem de çok güzel tezhip, suluboya yapardı. Şimdi bu annenin çocukları da muhakkak o kültür hazinelerinden birine değecektir.
Süheyl Ünveri bilmemek geleneği bilmemektir
Benim Prof. Süheyl Ünver ile tanışmamın sebebi de yine ailemdir. Babam diş hekimi ve Cumhuriyetin yetiştirdiği doktorlardan biridir. Babamın doktor olması ve Süheyl Ünveri de tanıması gayet normaldir. Çünkü Süheyl Ünver Türkiye’nin ilk tıp tarihi enstitüsü olan Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü’nü açan kişidir. 1970’li yıllarda İstanbul’da sanat olayları çok azdı. Hatta o zamanlarda sanat galerileri de çok azdı. Bu galerilerden biri de Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde bulunan Yapı Kredi Bankasının galerisiydi. Bu galeride Süheyl Ünver hocanın mezar taşları sergisini görmeye gittiğim anı hiç unutamıyorum. Bu sergi vesilesiyle ilk kez Süheyl Ünver Hocayla tanışmıştım ve hayatımı değiştiren bu sergiyi ağlayarak terk etmiştim. Serginin hatıra defterine “Beni bana tanıtan ve hatırlatan bu sergiye çok teşekkür ederim” yazmıştım. O günden sonra Süheyl Ünver’in talebesi oldum. Süheyl Ünver’e bir kültür tarihçisi olarak bakmalıyız. Çünkü kendisi bilinmeyenleri ortaya çıkarmış çok yönlü biriydi. Kısacası Süheyl Ünveri bilmemek, okumamak geleneği bilmemektir. O yüzden çok şanslıyım. Çünkü hayatımın en önemli dönüm noktalarından biri budur. Onun akabinde ise Japonya’ya gidişimdir. Bunlara ek olarak ise Topkapı Sarayı’ndaki akademisyenlerle olan sohbetlerimdir. Bana bu geleneğin ne kadar değerli ve kıymetli olduğunu öğreten Prof. Nurhan Atasoy, Topkapı Sarayı Müze Müdürü Filiz Çağman ve Prof. Dr. İlber Ortaylı ile haşır neşir olarak büyüdüm. Onlardan çok şey öğrendim. Daha sonra ise Japonya’ya gittim ve oranın enleri ile de karşılaştım.
(Günseli Kato ve Rukiye Kürek)
Önemli olan yolda olmaktır
Japonya’da yaşadığınız döneme geçmeden şunu sormak istiyorum; Süheyl Ünver ile mezar taşları sergisinde tanıştıktan sonra bir dönüm noktanız olduğundan bahsettiniz. Peki mezar taşları üzerine özel olarak çalışmayı düşünmediniz mi?
Mezar taşı üzerine çalışmak ayrı bir şeydir. Gelenekli sanatlarla tanışma diye bir şey var. Gelenekli sanatlarla tanışma önce diyalog ve sohbet ile olur. Sanat, fırça ile bir şeyler yapıp vakit geçirmek değildir. Hocam derdi ki her insan 60 bin kabiliyetle doğar. Allah kullarına kabiliyet verirken adaletli bir şekilde verir. İnsanın da o kabiliyeti keşfetmesi ve yakalaması ve kullanması gerekir. Burada da işin içine kader girer. Yani kaderin sana yolları açar gerisi senin seçimindir. Benim seçimim ise bir kültür tarihçisi olan Süheyl Ünver ile birlikte onun kültür sohbetlerine dahil olup onun yönlendirmesiyle yol çizmek oldu. Mezar taşı deseni, minyatür, katı’, tezhip yaptım. Bunların arasında benim seçimim başka bir şey oldu. Ben gelenekli sanatı hazmettim. Gelenekli sanatı dejenere etmeden giyinip 21. yüzyılda yeni geleneği nasıl yapabiliriz üzerine çalıştım. O kadar çok konu var ki ama ben mezar taşını hâlâ takip ediyorum ve onunla ilgili kitapları topluyorum. Bu kültürü araştırmanın sonu yok. Sanat yapıyorsanız eğer birçok sanat dalları ve disiplinle bir arada çalışmak size yeni bir yol çizer. Ben yeni o yolu bulmaya çalıştım ve hala da onun üzerine çalışıyorum. Buldum mu hayır. Ölünceye kadar da arayacaksınız yahut da birkaç tane tohum atacaksınız ki sizden sonra gelenler bir şeyler yapabilsin. Kısacası önemli olan yolda olmaktır.
Japonya; Sessiz ve sözsüz bir kültür
Japonya’da kaldığınız süreçte yaşadığınız zorluklar sizi yıldırmamış aksine orada 17 yıl kalmanıza neden olmuş bunu biraz açar mısınız?
Aksine 17 yıl bana yetmedi. Japonya bana sabrı öğretti. Konuşmamayı öğrendim. Japonya; sessiz ve sözsüz bir kültür. Kadının konuşmadığı bir ortam orası yani ataerkil bir kültür. Sinirlenmemeyi, çok konuşmamayı ve şükrü de orada öğrendim. Tabii buradan oraya da şükür ile gittim. Şükrümü de orada pekiştirdim. Ayrıca Japonya’ya cesaret isteyen yirmili yaşlarımda gittim.
Japonya’ya bir eğitim bursu ile gidiyorsunuz. Oradaki eğitim sürecinden biraz bahseder misiniz?
O zamanlarda çeşitli burslar vardı şu anda var mı bilmiyorum. Japonya genelde teknoloji alanında burslar verir. Sanat alanında pek burs vermez ama özel vakıfların bursları vardır. 1980’li yıllarda tüm dünyanın yeniden açıldığı ve kapitalizmin yavaş yavaş geldiği global bir dünya oluşmaya başlamıştı. Bu yeni dünya Uzak Doğu’yu, Orta Doğu’yu ve Avrupa’yı tanımak istemeye başladı. Özellikle de bu tarihlerde Asya, Ortadoğu’yu tanımak istemeye başladı. En önemli kültür beşiği olan Ortadoğu’yu tanımak isteyen Japonlar, çeşitli vakıfların burs vermesi ile Türkiye’ye gelip öğrenci arıyorlardı. Aradıkları şartlar ise dil bilmesi, gelenekli sanatlarla haşir neşir olması ve üniversite bitirmiş olması şeklindeydi. Türkiye’de gelenekli sanat üzerine bir okul yoktu. Güzel Sanatlar Okulu vardı. Fakat bu okullarda sınırlıydı. Çünkü 1970’li yıllarda Türkiye’de gelenekli sanatlar deyince akla gelen şey bakırcı, halıcı, çömlekci gibi daha çok zanaata kayan meslek gruplarıydı. Velhasıl şans bana güldü. O zamanlarda Topkapı Sarayı’nda çalışan Süheyl Hoca’nın aracılığıyla Kültür Bakanlığı’nın açtığı bir bölüme yardımcı olarak alındım. İşte oradan da hocalarımın tavsiyesi ile Japonya’ya gitmiş oldum.
Kendi kültürümüzden ödün verdik
Peki siz Japonya’ya giderken japonca biliyor muydunuz?
Hayır tabii ki de. Sadece İngilizce biliyordum. Ama orada mecburen kırık dökükte olsa öğreniyorsun. Japonlar milliyetçiler hatta milliyetçiliğin dışında faşistler de diyebiliriz. Ama şunu da söylemeliyim ben faşistleri severim. Niye severim biliyor musun? Çünkü kendi kültürlerine hayranlar ve kültürleri için kendilerini feda ederler. Aynı zamanda bağnazlarda ve ben bu bağnazlıklarına bayılıyorum. Çünkü eğer böyle olmazsan “ben” olamazsın. Ama şu anlaşılmasın Japonların kendi kültürleri içinde milliyetçi ve bağnaz olmaları diğer kültürlere karşı bağnaz ve kapalı oldukları anlamına gelmez. Aksine başka kültürlere açıklar. Japonya, dünyanın en fazla kitap basılan ülkesidir. Ayrıca dünyadaki tüm markaların neredeyse hepsinin bulunduğu ülkededir de. Bu ayrı bir şey ama kendi kültüründen ödün vermiyor. Bu bize ders olsun. Çünkü biz kendi kültürümüzden çok ödün verdik.
Seni sen yapan konfor alanın dışındaki olgulardır
Şimdi siz bu kültürün içerisinde çevrenizdeki kültür adamlarıyla yaşarken çok mesut, korunaklı ve şanslısınız yani bir konfor alanı içerisindesiniz. Ama yabancı bir ülkeye gittiğiniz zaman sudan çıkmış balık gibi olursunuz. Size sorulan soruları cevaplayabiliyor musunuz? Sizin kendinize dönmeniz sizin siz olmanız gerekiyor. Mesela Türkiye’deki Günseli’nin bilmediği bir şey olduğunda soracağı birileri var ve ona destek olanlar çıkar. Ama orada yapayalnızsın. Sen orada kendini ifade etmek ve ayakta durmak zorundasın. İşte seni sen yapan konfor alanın dışındaki olgularla ve geçmişten gelen o bilgileri toparlama, bohçalama ve sunma şeklindir. Bir şeyler öğrenmen gerekiyor ve eğer soru sormayı bilmiyorsan öğrenemezsin. İstediğini ifade edebilirsen öğrenebilirsin.
Değişim zorunludur
Gelenekli sanatlara özgün bir tarz ve bakış açısı getirdiniz. Bu tarzı birazda iki Doğu kültürü arasında kurduğunuz diyalog ile sağladınızı düşünüyorum. Bize biraz sanat misyonunuzdan ve Türkiye’ye döndüğünüzde sanatınızla beraber harmanladığınız performans çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Yol beni bu yola sevk etti ve olması gerekende buydu. Birçok kişinin de bunları yapması gerekir. Çünkü yüzyıllar durmaz. Hiçbir yüzyıl bir başka bir yüzyılın kopyası olmamıştır. Mesela Osmanlı’da nakkaşhane her padişah dönemi değişmiştir. Oradaki hocalar da değişmiştir. Değişim olmak zorundadır. Fakat bu da kendi kültürünün geçmişini çöpe at demek olmuyor. Aksine değişim bir nefes ve ruh getirme gayesidir. Bu öyle kolay bir doğum değildir. Bunun içinde uluslararası görgünüzün biraz artmış olması lazım. Bölgeleri ve karşılaştırmalı sanat tarihini bilmemiz lazım. Bu da biraz sanatı yapacak kişi ve onun merakı, misyonuyla ilgili bir şey. Allah’ta bana bu şansı verdi çünkü ben İpek Yolu’nu ilk resimleyen dünyanın en ünlü hocası olan Kato’dan Japonya’da ders aldım. Kato, İran’da ki Selçuklu eserlerini toprağın altından çıkaran kişidir. Ayrıca Selçuklu eserlerini çok iyi bilen bir Japon’dan ders alıp onun gelini olmak benim için büyük bir şans oldu.
Sanat içinden geldiği gibi yapmaktır
Ayrıca dışarıdan bir bakış açısıyla kendi kültürüne baktığın zaman bir şeylerin yenilenmesi gerektiğini fark ediyorsunuz. O eğitimi aldıkça ve gördükçe şunu fark ediyorsun bir minyatür yapmışsın de ne olmuş oluyor. Bunun üstüne ben 21. yüzyılda ne yapabilirim sorusu çıkıyor karşıma. Ben bunu 3 boyutlu, dijital sanatla nasıl yapabilirim ya da performans sanatına nasıl çevirebilirim gibisinden sorular geliyor aklıma. Ve bundan dolayı içimden ne gelirse onu yaptım. Sanat içinden geleni yapmak, hoplamak ve radikalliktir. Sanatçı bozmadan dejenere etmeden onu yeni dünyanın medyumları ve malzemeleriyle ne şekle sokabilirim derdinde olmalıdır. Aynı şeyin tekrarını yapmak günahtır. Bana verilmiş bu hediyeyi sanata çevirerek performanslarımla, heykellerimle ve minyatürlerimle bu zamana kadar kullandım ve kullanmaya devam edeceğim.