1770 yılının dünyaya armağanlarından biriydi Friedrich Hölderlin. Neckar’da dünyaya geldiğinde zorlu bir hayatın kendisini beklediğini ne annesi ne de iki sene sonra ölümüyle oğlunu tek başına bırakacak olan babası biliyordu. Tipik bir Avrupalı aile tutumunu sergileyen annesi, Hölderlin için bir hayat hazırlamıştı. Din adamı olacak ve Tanrı’ya hizmet edecekti oğlu. Pietistlerin manastırına gitmekten ve din eğitimi almaktan başka çaresi yoktu Hölderlin’in. Rahipler, öğrencilerini dünyevi her tür etkiden uzak tutmak için son derece disiplinli davrandılar. Ailelerin çocuklarını ziyaretleri hoş karşılanmadı mesela. Günlük ayinlere katılmayanlara akşam yemeğinde şarap verilmedi de lokmalar kuru kuru yutuldu mesela. Geçmiş ve dünya gibi kavramlar, geride bırakılması gereken kelimelerdi mesela. Goethe’nin bazı din adamlarının öfkesini üzerine çeken efsane eseri “Genç Werther’in Acıları” okunamazdı mesela. İncil okunabilirdi ama sanılmasın ki bol bol ve rastgele bölümleri okunabilirdi. Sadece seçilmiş yerlerdi izne dâhil olanlar.
Manastırdaki katı tutumlar, mevcut insanı yok edip yerine yepyeni bir insan inşa etme amacına hizmet ederken Hölderlin bir kaçış yolu buldu. Duvarların ötesine geçemiyordu ama zihnindeki duvarları aşmasına hatta gerektiğinde yerle bir etmesine kimse karışamazdı. Kaçtıkça şiire sığındı şair. Manastır yılları nihayet bir gün sona erdi. Kararı kesindi: Din adamı olmayacaktı. Annesinin emrinden çıkabilmek için her şeyden önce maddi imkânlara ihtiyacı vardı. Bir yol buldu yine. Özel öğretmen olarak aristokrat ailelerin çocuklarını eğitecekti. İlk öğrencisi Charlotte von Kalb’in oğlu oldu. Her şey yolunda gidiyordu fakat çocuktaki bazı tavırlar Hölderlin’i o kadar tedirgin etti ki, geceleri uyuyamaz oldu. Bir sinir krizinin eşiğine geldiği aşikârdı. Yardım Charlotte’den geldi. Şairi evden ve oğlundan uzaklaştırırken onu bir süre idare edecek parayı da cebine koydu. Yıl 1795’ti ve efsanevi Jena şehri ile arasında hiçbir engel kalmamıştı.
O yıllarda Almanya’nın felsefi ve edebî kalbi olan Jena’da Goethe ve büyük bir hayranlık beslediği Schiller’le tanıştı. Evindeki bir toplantıya katıldığında şaire hayranlığı o kadar büyüktü ki arkasında duran yabancıyı fark etmedi. Schiller bir ara salondan çıkınca ve Hölderlin’in ayakları yeniden yere basınca yabancı adamı gördü. Masanın üzerinde duran dergiye yaklaştı, sayfaları çevirdi, Hölderlin’in “Hyperion”undan bir bölüm gördü ama adam, yabancı kalmaya devam etti. Bu bahtsızlığı Hölderlin ömür boyu unutmayacaktı çünkü yabancı, Goethe’den başkası değildi. O gün büyük şaire gerektiği şekilde davranmadığı için kendisini hiçbir zaman sevmediğine inandı. Haksız sayılmazdı çünkü Goethe, ona dersini vermekte gecikmedi. Büyük şiirler yerine küçük şiirlerle uğraşmasını salık verdi. Hölderlin Schiller’i hayal kırıklığına uğrattı düşüncesiyle bir süre sonra Jena’ya veda etti.
Hölderlin yakasını bırakmayan hastalık hastalığının kurbanı olarak hayatını sürdürdü. Umutsuz bir aşk ve onun erken ölümü, annenin baskıları, kendi sesini bulamamış olması onu sonunda bir delirmenin eşiğine getirdi. Öyle ki bir kış günü Stuttgart’tan yola çıkıp Bordeaux şehrine yürüyerek gitti. Oraya vardığında bahar gelmişti. Mutluydu bir süre fakat bilinmeyen bir nedenden dolayı üç ay sonra geri döndü. Ve sonrası büyük çile. Görenlerin tanıyamadığı, dilenci kılıklı bir adam, her geçen gün delilik ülkesinde ilerliyordu. Annesine ömür boyu itaat eden Hölderlin onu ve kız kardeşini evden atınca dünya için henüz esrarengiz bir yenilik olan psikiyatri kliniğine yatırıldı. Tedavi yöntemleri ilkeldi. Hastalara zorla maske takıldığı ve gevşemiş yüz hatlarını gördükçe onların iyileşeceklerine inanılan bir yerdi burası. Başhekime göre şiirden uzaklaşmalıydı Hölderlin iyileşmek istiyorduysa. Korkunç şartlar altında yaşadığını gören Zimmer isimli bir marangoz, şairin kurtuluşu oldu. “Hyperion”u okumuş olan marangoz, onun bakımını üstlenmek üzere evine aldı. Bugün “Hölderlin Kulesi” olarak anılan bölüme konuldu şair ve 1843 yılında ölüm gelene kadar oradan çıkmadı.