İnsan öz yaşam öyküsünü çeşitli şeylere dayanarak oluşturabilir. Okuduğu okullar, ailesi, mesleği üzerinden ya da zaman dizimsel olarak ilerletebilir hayat anlatısını. Bense yaşadığım ve gördüğüm yerler ile bağlantılı bir özyaşam anlatısını daha yakın buluyorum kendime. Ne de olsa doğup büyüdüğü ve yaşadığı çevre insan üzerinde oldukça büyük bir etkiye sahip. Denize kıyısı olan bir şehirde doğup büyüdüğüm ve yine deniz kenarında olan şehirlerde yaşadığım için gerek karakterimde gerekse yaşam şeklimde suyun izleri olduğunu düşünürüm hep. Kısa süreli gittiğim denizsiz şehirlerde kendimi daracık bir yere sıkışmış gibi hissederim. Geçtiğim sokaklar denize çıkacak diye istemsiz şekilde bakıp durur, şehrin manzarasının görüldüğü yüksek yerlerde silueti tamamlayacak bir su aramaya koyulurum. Hele şimdilerde yaşadığım İstanbul’da hiç belli etmese de denizi, boğazı gören hanlarla çatı katlarıyla karşılaşmak, her yandan görülen maviliğin tadını çıkarmak eşsiz bir lezzet veriyor. Ara sokakta yürürken karşıma çıkıveren deniz, güzel Boğaz. Hem şaşırtıyor hem büyülüyor. Biricik İstanbul Boğazı’na komşu yaşamanın, onu sıklıkla görmenin elbette üzerimizde etkisi olacaktır değil mi?
Kış mevsimi dalgalı haliyle kıyıdan dahi olsa ürperten, tekinsiz ve bilinmez hissettiren deniz, havaların ısınıp rüzgârın gücünü yitirmesiyle dinginlik ve huzura bürünür. Gerek tedirginliğin ve acizliğin gerekse huzur ve sükunetin sembolü olarak deniz, yaşamımızda olduğu gibi sanatta da hep var olmuş. Sanatın doğadan ilham aldığı ve insanın kendini daha iyi hissetmek ya da düşüncelerini toparlamak için güzel bir manzaraya ihtiyaç duyduğu aşikâr. Denize doğru yürümekle bile şifalanıldığı Ortaçgil’in yazdığı dizelerden belli. “Denize doğru üç beş dakika yeter/ Derdimi anlatmaya/ Zaten çoğu şeyi değmez çok konuşmaya/ Denize doğru, denize doğru” Aynı durum aklımıza hemen Sait Faik’i getirir. Burgazada’da yaşayan, çoklukla balıkçılarla arkadaşlık yapan ve denizi yazan, denizden beslenen yazar için de deniz bir hekim, bir dost yüzü. “Tek ihtiyacım olan şey; bir deniz kıyısında sabaha kadar oturup, olan biteni gözden geçirdikten sonra kafasında her şeyi aşmış bir insan olarak kalkıp gitmek.” Dalgaların sesini dinleyip uçsuz bucaksızmışçasına uzanan denizi seyretmek, kıyısında oturup düşünmek bir sağaltım aracı olarak daima bizimle. Ufka bakarak içi ferahlayan insan aynı hissi denize ait bir resmi seyrederken de alabiliyor. Bunun için Ayvazovski’nin 19. yüzyıl İstanbul Boğazı’nı resmettiği tablolarına bakmak bile yeterli.
HER ŞEYİN BAŞLANGICI SUDUR
Tüm kozmonogik destan, efsane ve mitlerde başlangıçta sadece su vardır. Klasik mitolojide Tanrıların ve insanların ortaya çıktığı ilk madde okyanustur. Türk mitlerinde de ilk madde önemli bir yer tutar. Gök ve yer yokken her şey sudur. Başlangıçta uçsuz bucaksız denizden başka hiçbir şey yoktur. Mitlerde gördüğümüz bu durum, monoteist dinlerde de aynı şekildedir. Kur’an-ı Kerim’de de yaratılışla ilgili olarak suya dikkat çekilir. “Kafirler görmezler mi ki gökler ve yer birbirine bitişik idiler, onları biz ayırdık ve canlı her şeyi sudan yarattık.” Başlangıçta tüm yeryüzünü kaplayan denizin, yaratılışın özü olması sahip olduğu güçlü çekim gücünü sağlayan nedenlerden biridir belki. Taşıdığı güzellik ve derinlik dışında arınmanın, yenilenmenin ve üretkenliğin simgesi olan deniz, tüm yaratılışın kaynağı olmakla ayrıca etkiliyor.
Bunca güzelliğine rağmen yaşamın sonunu da imler deniz. Nuh Tufanı’nı düşündüğümüzde dünyanın ikinci kez yeniden kurulması yükselen suların her şeyi yutmasıyla gerçekleşmiştir. Boğaz’dan, denizi izlemenin şifa veren yanından, sanat eserlerinden uzaklaşıp denizin yıkıcı gücünden bahsetmek istiyorum. Sahillere vuran sığınmacılara değinmek istiyorum. Belki sert bir geçiş oldu fakat günümüzde umutla denize açılan ve okyanusun yuttuğu, fırlattığı, suyun içinde çöp gibi oradan oraya sürüklenen insanları özellikle de çocukları anmadan denize dair düşünmek mümkün değil. Batı kültürü ve sanatının biçimlenmesini Yunan mitolojisinin sağladığını, Avrupa’nın atalarının Yunan tanrı ve kahramanları olduğunu söylemek mümkün. Bu noktada kıyıya çıkmaları engellenip yasaklanan ve denizin ortasında ölüme terk edilen mültecileri, Klasik mitosun ünlü kahramanı Odysseus’a benzetiyorum. On yıl boyunca ülkesi İthaka’ya dönmeye çalışan, denizde oradan oraya savrulan Odysseus her seferinde acı bir sonla karşılaşsa da çoklukla sığınacak bir ada buluyor. Fakat günümüzde sığınmacılar yaptıkları yolculuklarda işe yaramayan can yeleklerine tutunarak küçücük botlarında fırtına ile alabora oluyorlar. Onları denizde yok etmeye çalışan askerlerin sayısız kurşunları varken Odysseus Skylla’nın altı kolu ile mücadele etmişti. Niyetleri sorgulansa da Odysseus’u ülkesine kabul eden Kirke, Kalypso ya da başkaları vardı. Ama umutla denize açılan sığınmacıların ulaştıkları kıyılarda onları tekrar denize atan, asla kabul etmeyen ve ısrarla görmezden gelen bir Avrupa var. Homeros’un kurgusal karakteri Odysseus’tan daha zor durumda olan kanlı canlı kendi hayatlarının kahramanı insanlar. Bu içler acısı duruma olsa olsa Ayvazovski’nin fırtına tabloları eşlik edebilir. Resimde dahi olsa dev dalgalar arasında sağlam kalmaya çalışan gemileri ve içindekileri görünce ürperiyor insan. Korku ve çaresizlik hissediyor. Ya gerçekten bu yazılıp çizilenleri yaşayanlar? Küçücük botlarla dalgalara direnenler?
İSMAİL İÇİN DENİZ ŞEYTANDIR
Moby Dick’in anlatıcı karakteri sürgününden dolayı kendini Hz. İsmail’e benzettiği için bana İsmail diye seslenin der. Sürgününü denizlerde geçiren İsmail için deniz, bir şeytandır. Şefkatli ve uysal yeryüzüne hiç benzemez. “İkisini de zihninizde bir tartın, denizi ve karayı; kendinizdeki bir şeyle tuhaf bir benzerlik bulmuyor musunuz? Zira bu korkunç okyanus yemyeşil toprağı nasıl çevreliyorsa, insan ruhunda da huzur ve neşeyle dolu bir Tahiti adası var ama etrafı, yarı bilinmez yaşamın tüm dehşetiyle çevrilidir. O adadan kendini dışarı atma, hiçbir zaman geri dönemeyebilirsin!” Yazımı İsmail’in denize dair okura yaptığı bu uyarılarla bitirmek istiyorum. Vatanından zorunlu durumlardan, güç yaşam koşullarından dolayı ayrılıp umuda tutunarak denize açılan zamanımızın İsmaillerinin dehşetle çevrili botlarını düşünerek hiçbir zaman geriye dönememelerine hatta bir daha karaya ayak basamamalarına ah ederek Akdeniz’e bakıyorum bu sırada.
Denizin Düşündürdükleri
11 dakikada okunur
Bu Yazılara da Göz Atabilirsiniz
Son Yazılar
Bu yıl 5-12 Ekim tarihlerinde gerçekleşecek olan Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, sinema dünyasının önemli
Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması ile Kısa ve Belgesel Film
YAZAN: Emame AKMAN HARMANCI emameakman@gmail.com Kültür, sanat ve edebiyatı odağına alarak Temmuz 2024 itibariyle faaliyetine başlayan
Edebiyat dünyasındaki gelişmeler ağustos ayında daha sakin gibi gözükse de birçok anma programı ve önemli kitapların
Belkıs Bayrak’ın yazıp yönettiği Türkiye- Kosova ortak yapımı ilk uzun metrajlı filmi “Gülizar”, ilk gösterimini 49.