Nurullah Genç: “Dergi edebiyatın ocağıdır, tütmeli sönmemeli, harlamalı sürekli. Onları desteklemeliyiz ki o ocak, o ateş devamlı yansın. O ses ateşi, söz ateşi, yansın ve medeniyet orada şekillensin. Medeniyet orada dile getirilsin. Bu manada edebiyat dergilerini tartışmak yersizdir. Varlıkları şarttır.”
Türk edebiyatının önemli sanatçılarından biri Nurullah Genç’tir. Çocukluk yıllarından edebiyata ilgi duymuş, şiir, roman ve denemenin yanı sıra sanatın diğer dallarında da eserler vermiştir. 20 şiir kitabı 3 romanı ve mesleki alanda yazdığı kitapları vardır. Edebiyatımızda din, gelenek, milli duyarlılıkla eserlerini yazmıştır. Türk dünyasının gelenek, inanç ve Anadolu’nun kültürüyle doğup büyüyen şairin, şiirinin beslendiği kaynak medeniyetimizdir. Bu bağlamda Nurullah Genç medeniyetimizin şiirini yazan bir şair ve yazardır. Bizde kendisiyle Prof. Dr. Nurullah Genç ile Üsküdar’da buluştuk. Sanatı, şiiri, beslendiği kaynaklar üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Klasik sorularla değil de direkt şiir dünyanızla ilgili sorular sormak istiyorum. Okur sizi tanıyor çünkü. Yıllar içinde bir okur kitlesi olan 1980’den bu yana Türkiye’de tanınan, kitapları okunan, ödülleri olan bir şair/ yazarsınız. Şiirleriniz Türkçenin şiir derinliği zenginliğiyle yazılmış şiirler. Şiir dünyanızdan, şiir dilinizden bahseder misiniz?
Eyvallah. Bu güzel röportaj için teşekkür ediyorum. Şiiri kolay zannederiz. Halk arasında böyle bir kanaat vardır; kafiyeleri bir araya getirdiğinizde ya da eskilerden kalmış bir iki dörtlüğü ezberleyip kelimelerin yerine başka kelimeler koydunuz mu, şiiri yazdığınızı zannedersiniz. Şiir yılların, yüzyılların içerisinde meydana gelen bir dil birikimidir ve dilin şirazesidir. Dilin, öz suyudur. Şirazesidir çünkü ayırır; şiir dili bayağılıktan ve güzellikten ayırır. Şiiri dinlediğiniz zaman hoş bir söz dinlediğinizi ama o sözün kendinizin kolay söyleyemeyeceğinizi, o sözün etkili ve büyülü olduğunu düşünürsünüz, hissedersiniz, bu yüzden farklı bir dildir. Şiir Allah’ın insana verdiği özge bir dildir. Ve bizim şiir dünyamız çocukluğumuzdan itibaren geçmişten bugüne gelen klasik edebiyatımızdan, destanlardan, divan edebiyatından, son dönem cumhuriyet dönemi edebiyatından bize gelen, şiirimizin diliyle örüldü. Şöyle söyleyeyim: şiir maziden, hâlden ve istikbalden bahseder. Üçü de şiirde bulunur. Bu nedenle benim şiir dünyam bu üçüyle de alakalıdır. Hem maziye uzanır hem bugünü ihmal etmez hem de geleceği, istikbali dikkate alan bir şiirdir benim şiir dünyam. Bu da yıllar içerisindeki okumalardan, öğrendiklerimizden muhasebemizdendir. Öğrendiklerimizden; yeni düşünceler, yeni fikirler üreterek ulaştığımız bir nokta. Şiir dili ile alakalı başka bir şey daha söyleyeyim soruyla ilgili olarak. Şiir dili ıstılahi bir dildir. Şiir dili lügat dili değildir. Kelimelerin lügat anlamlarına baktığın zaman sözcük manalarını okuduğunuzda zannedersiniz ki ben o kelimeyi öğrendim. Hayır siz o kelimeyi henüz öğrenemediniz. Herhangi bir kelimenin sadece lügat anlamıyla değil; tarihte geçen anlamıyla bilinmesi ıstılahi manadır. Şiir dili ıstılahi bir dildir. Şiirde bir kelimeyi kullandığınızda onun geçmişine vakıf değilseniz, sadece sözlük anlamıyla kullanıyorsanız hata yapabilirsiniz. Mesela: Bayrak kelimesi böyledir. Bayrağı şiire koydunuz. Bayrak kelimesi bizde farklı şey ifade eder. Hırvatlarda başka şey ifade eder. Çinlilerde farklı şey ifade edebilir. Kısaca ifade edelim mesela: Ay yıldızı herkes bilir ama ayın neyi, yıldızın neyi simgelediğini çoğu kişi bilmez, işte bunları bilirseniz; ıstılahi manaya vakıf olursunuz o zaman şiirinizde bayrağı kullandığınızda ne demek istediğinizi daha iyi kavrarsınız. Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde Medineliler ilahi söylüyorlardı. “Dale el bedru aleyna” üzerimize ay doğuyor diye. Ayın bayraktaki ayın bizi nereye götürdüğünü düşünebiliriz. Üzerimize ay doğuyor diyorlar ve gökte bir yarım ay var. Şiir dili böyle oluşur. Şiir kendi dünyanızda yaşanmadığı sürece şiir olmaz zaten. Hayattan doğup gelmeyen metin hayatta kalamaz. O yüzden manayı bileceğiz. Peki bayraktaki yıldız neye götürür bizi. Bayrağı birçok kişi kelime olarak bilir. Bizim dünyamızda yıldız yine Peygamberimizin bir hadisi var: “Ashabım yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız kuruluşa erersiniz” diyor. Kendisini ayla sembolize etmiş, ashabını yıldızla sembolize etmiş. Biz de kendisini ayla sembolize etmişiz. Ay ve yıldızı bir araya getirdiğimizde biz İslam’ın, tevhidin, vahdaniyetin bayrağını yapmış oluyoruz. Bunlarla beraber bayrağı bilirse bir kardeşimiz bunu şiirinde kullandığı zaman ıstılahi bir dil kullanmış olur. Üzülerek söyleyeyim bugün pek çok arkadaşımız maalesef ıstılahi bir dil olmaktan öte günübirlik hazların diliyle, kavramlarıyla şiir yazmaya çalışıyor. Kalıcı olması mümkün değil. Bugün yazılan metinleri belki 10-20 yıl sonra kimse okumayacak, hatırlamayacak temel sebebi bu.
1980 kuşağında Türk şiiri poetik olarak bir dağınıklık bireyselcilik vardı. Siz de Çiçekler Üşümesin, Yankı ve Hüzün, Aşkın İsyandır Benim şiirlerinizle 80 Kuşağı Türk şairlerindensiniz. 1980 kuşağı öncesindeki bağımsız şairlerinden etkilenmişsiniz. Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, Niyazi Mısrî’yi, ve destanları dinleyerek büyüdüğünüzü, beslendiğiniz ırmak kökü itibariyle; Divan ve Halk edebiyatı geleneğindeki dini ve epik eserlerden alıyor değil mi?
Evet bütün bunların toplamı ama bunlarla beslenmek yeterli değil. Bir de günümüzde yaşadığımız bir ortam var. Bir dünya var. Teknolojik gelişmeler var, insan ve psikolojisinin geldiği bir nokta var. Sosyal psikolojinin geldiği bir seviye var. Ve insanın istikbale dair fütürist yaklaşımları gelecekçi yaklaşımları değişmiş, farklılaşmış, devletler farklılaşmış, kullanılan malzeme farklılaşmış, insan davranışları değişmiş. Toplumsal davranışlar değişmiş. Yeryüzü bir pazara dönmüş. Herkesin elinde bir telefon Çin’deki bir adamla Amerika’daki bir adam aynı program tarafından kontrol edilebiliyor. Böyle bir duruma uygun hâle getirmediğiniz sürece geçmişten aldığınız, söylediğiniz birikim bugün için yeterli olmaz. Yeni bir dünya var ve siz o dünyaya uygun da bir şeyler söylemeniz gerekiyor. Ne geçmişten kopabilirsiniz ne de sadece geçmişle kalabilirsiniz. Bugünü anlamanız geleceğe yönelik şeyler de söylemeniz için hem geçmişi hem bugünü çok iyi anlamak gerekiyor.
Şiirinizin doğuş hikâyesini daha önceden anlattınız, içli bir hikâye. Gecelerce banklar üzerinde uyuduğunuz Erzurum Garı’nda, evden ayrılış hikâyesiyle; sokakta, gurbette doğmuş. 1980 kuşağı İkinci Yeni tarzıyla imgeler oluşturmuşsunuz. 1980 kuşağında gelenek de şiirlerinizin öz ve biçiminde var. İlk şiirleriniz Yaşar Kaplan’ın Aylık dergisinde yayımlandı. Bu bağlamda o dönemden bu yana şiirinizin tarihsel süreci nasıldı?
Yazmaya başladığım günden beri bir gelişim süreci var. Hâlâ benim şiirim tamamlandı diye düşünemiyorum. Hâlâ bir şeyler öğreneceğim. Bir şeyler yazacağım. Son âna kadar okuyacağım öğrenmeye muhtacım. Yeni yeni şiirler üreteceğim diye bir hayalim var. Bunu kuramazsanız, böyle olmazsanız şiiriniz bir noktada biter artık. Kısır bir döngüye girersiniz yazamazsınız da. Her şeyi yazdım diye düşünürseniz, yeni şeyler üretemezsiniz.
İlk şiirleriniz üniversite yıllarında dergilerde yayımlanmış hatta arkadaşlarınızla “Genç Kuşak” isimli edebiyat dergisi çıkarmışsınız. İlk şiirleriniz yine Aylık dergisinde yayımlanmıştı. Edebiyat dergileri hakkında bize neler söylersiniz?
Edebiyat dergilerini son derece önemsiyorum. Dikkat ederseniz takip ediyorum da mümkün mertebe alıyorum, okuyorum. Neden çünkü edebiyat dergileri şiirin ocağıdır o ocak tütmeli. Bu kadar net söylüyorum; dergi yoksa ocak sönmüş demektir. Çünkü dergi şiirin ocağıdır ve o ocakta gelişir, büyür, serpilir gençlerimiz, yetenekli kardeşlerimiz. 1980’ yılında Yaşar Kaplan Aylık dergiyle kapıları bana açmasaydı, ilgilenmeseydi, okumama, kendimi yetiştirmeme vesile olmasaydı, ya da köy odasında yüzlerce şiir okunmasaydı, bugün bu seviyede olmam mümkün değildi. Okul; belli bir süre için bir araya gelip, bir işi yapıp, dağılacak insanları; öğrencisiyle, hocasıyla temsil eder. Ocak öyle değil. Ocak; hayat doludur. Daimadır ve hayat doludur. Dergi edebiyatın ocağıdır, tütmeli sönmemeli, harlamalı sürekli. Onları desteklemeliyiz ki o ocak, o ateş devamlı yansın. O ses ateşi, söz ateşi, yansın ve medeniyet orada şekillensin. Medeniyet orada dile getirilsin. Bu manada edebiyat dergilerini tartışmak yersizdir. Varlıkları şarttır. Yaşatılmaları da gerekiyor diye düşünüyorum.
Geleneksiz olmaz!
Zümrüdüanka, Simurg ve Kaknüs gibi efsanevi kuşları şiirlerinizde kullanmanız geleneğe olan bağlılığınızı, gösteriyor. Rüveyda gibi isimler şiire taze bir bakış getiriyor. Şiirlerinizde dini unsurlar da var. “Adem, Nuh, İbrahim, Yakup, Yusuf, Yunus, Süleyman, Musa, İsa, Muhammed” peygamberler ve kitap, ayet, ibadet” gibi temalar var. Hem dini hem geleneğin esintileri ılık bir rüzgâr gibi yüzümüze değiyor. Şiirleriniz Anadolu, kültür, tarih barındırıyor sizin de söylediğiniz gibi, Şiirde bu harmoniyi nasıl sağlıyorsunuz? Bunun yanı sıra modern bir harmonide hâkim. Gelenekten beslenirken çağdaş şiirden de uzak kalmadınız. Bunu nasıl başardınız?
Modern dediğiniz şiiri de takip ediyorum. Dergileri alıyorum, okuyorum. Kim yazdı demeden şiirlerin tamamını okumaya çalışıyorum. Kim ne yazdı ona bakıyorum. Zaman zaman da dönem mukayeseleri yapıyorum. Geçmişten bugüne şiir geleneğimizin ve şiir geçmişimizin, dönemleri itibariyle farklılaşmasına bakıyorum. Birinci yeni ikinci yeni diyorlar ben böyle birinci yeni filan diye bakmıyorum. Osmanlı ve sonrası diye bakıyorum. Osmanlı yıkıldıktan sonra Osmanlı’ya dair ne varsa yıkılmaya çalışılmıştır. Divan şiiri de bunlardan bir tanesidir. Ben bu yıkılan, yıkılmaya çalışılan şiirin ve musikinin yerine yeni getirmeye çalışılanla da zaman zaman şiirlerimle hesaplaşıyorum. Ama onlara da bakıyorum ne yazdılar. Nasıl söylediler. Siz eğer şiiri bir evren olarak düşünürseniz; kâinat gibi. Şiir kâinatı. Peki şiir binasının temeli nasıl olacak? Şiir bir mimari eser gibidir ama temeli yok. Kelimelerden duvar yapıyorsunuz güzel bir eser ortaya koyuyorsunuz köşe taşı yok, temeli yok. Geleneksiz olmaz!
Özgün bir sesiniz, duyarlı bir şiriniz var. Yazdığınız şiirleri bir yerde okuduğumuzda, adınızı görmesek dahi sizin yazdığınızı anlayabiliyoruz. Şiirinizin ritmi, kafiyesi, halk edebiyatı nazım şekilleri, hece ölçüsü ile yazdığınız şiirler var. Serbest tarzda yazdığınız şiirleriniz de var ama neden çoğunlukla hece ölçüsü diye sorsam ne dersiniz?
Şiirlerimin şu kadarı hece ölçüsü olsun şu kadarı da serbest olsun diye bir hesap yapmıyorum. Öyle bir düşüncem yok. Ben bir şiir içimde nasıl oluşuyorsa hangi ilhamla ve hangi sesle oluşuyorsa o şiiri öyle yazıyorum. Bazen bu hece sesi oluyor, bazen serbest oluyor. Bazen kafiye olmadan, herhangi bir uyak olmadan, redif olmadan, mısralar peş peşe geliyor ama kısa ama uzun oluyor. Bakıyorum serbest şiir oldu, devam ediyorum. Bazen kafiyeli, son derece uyumlu; ritimli metinler geçiyor içimden, sesler geçiyor içimden bakıyorum; hece şiirine dönüyor, heceyi yazıyorum. Şöyle bir mantıkla yazmıyorum; hece şiirlerim azaldı, birkaç hece şiiri yazayım. Benim dünyamda var olan şekliyle yazıyorum ama bakın bu çok önemli bir şair yazdığı şiirlerle özdeş hâle geliyorsa ismini çıkarsanız bile metinler arasında onun şiirini tanıyabiliyorsanız bu çok önemlidir. Çıkarın ismini Necip Fazıl’ın şiirini bir yere koyun anlarsınız. Faruk Nafiz Çamlıbel’i de anlarsınız. Karıştırın birbirine bu Faruk Nafiz derim bu da Ahmet Haşim derim. Ve kesinlikle bu Yahya Kemal derim. İşte bu önemli. Bu sizi diğerlerinden tefrik eder. Eskiler buna alametifarika derlerdi. Alametifarikası bir şairin ismi olmasa dahi yazdığı metnin ona ait olduğunun anlaşılmasıdır. Bunu gerçekleştirebilecek düzeye gelmemişse henüz şiirini kurabilmiş değildir.
İnsan biriktirdikleriyle temaşa eder
Şiirlerinizdeki temalar; aşk, hüzün, gurbet, sevgi, özlem, acı, ıstırap ayrılık, gibi kelimeler baskın neden? Şiirinizi besleyen ana omurgalar bu duygular mıdır? Ayrıca şiirlerinizde yöresel kelimelerin ve isimlerin olması türkçenin halk kültürümüzün zenginliğini gösteren şiirler neden bu dil tavrı?
Acı, ıstırap elem, hüzün, yaşadığımız hayatla da alakalı. İnançlarımızla da ilgili. Siz eğer Müslüman bir kimliğe sahipseniz dünyanın cennetinizin olmadığını biliyorsunuz demektir. Ayrılıklar kaçınılmaz buna vakıfsınız demektir. Ölümün geleceğini, ölümün bir ayrılık olmadığına inanıyorsunuz demektir. Günahınızla, sevabınızla insan olduğunuzu bilirsiniz. Ona göre yaşarsınız ama etkilenmeme ihtimaliniz yok. Neden bütün hadiseler sizi etkiler. Zulüm sizi etkiler, cennetten sürgün edilmişsiniz gelmişsiniz. Bu sizi etkiler. Tarih siz etkiler. Savaşlar etkiler. Duygusal olarak yoğunsunuzdur ve incesinizdir. Etkilenmemeniz mümkün değil. Bunları niye söyledim. Yaşadığınız hayatla alakalı. Benim yaşadığım hayat çocukluğumda evimden ayrılmışım. Hep ayrılıklarla, gurbetle başbaşa kalmışım. Yıllar geçmiş duymuşum akrabalarımızdan biri ölmüş. Ölüm bana haber olarak gelmiş. Babam vefat ettiğinde uzaktaydım, haberi geldi, döndüm geldim. Hep böyle ayrılıklarla, acılarla, ıstıraplarla karışık bir hayatımız oldu. Kelimelerin böyle nüksetmesi normal. Şöyle musmutlu, mür müreffeh filan böyle bir sarayda hiç acı çekmeden yaşamış olsaydım bu şiirler yazılmazdı. Başka şeyler akla gelirdi çünkü. İnsan biriktirdikleriyle temaşa eder. İnsan biriktirdiği dağarcığındaki kelimelerin aynasından bakar yeryüzüne. O aynada hangi kelimeler varsa siz o kelimelerden okumaya çalışırsınız hayatı, bizim kelimelerimiz de bunlardı.