Yazar Dilara Ayşe Akdeniz: “ Şiir, akıl uykuda iken dilin gördüğü bir rüya gibi geliyor bana. İnsan her şeyi taklit edebilir ama bir rüyayı değil. Bu açıdan bir rüyayı işlemek, değerli bir taşı muhafaza etmek gibi. Salt eleştirmenler böyle istiyor diye aynı şeyi tekrar tekrar üretmenin de başkasının gördüğü rüyayı anlatmaktan bir farkı yok. Edebiyat yeni rüyalar icat eden insanlara ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden belirli aralıklarla bambaşka formlar çıkıyor. Belki de saf şiir ile kurulan bambaşka bir zamana geçiyoruz, kim bilir?”
Bir önceki röportajda yeni çıkan kitapları takip etmeyi sevdiğimden ve bunun biraz da meslek hastalığı olduğundan bahsetmiştim. Kuşkusuz yeni çıkan eserlerin ya da yeni edebiyatın iz sürücüsü olmaya çalışırken aynı zamanda genç yazarları ya da çağdaşlarımı keşfetmek de ayrı bir mutluluk benim için.Yine benim kuşağımdan diyebileceğim yazar Dilara Ayşe Akdeniz ise ilk hikâye kitabıyla karşımızda. Daha önce çeşitli dergilerde yazmasının yanı sıra “Çiçek Açan Mevsim Ayşe Şasa” adındaki eseri yayımlanan Akdeniz’le yeni eseri “Seza Hanım ve Kedileri” bağlamında bir araya gelerek hikâyede imgeden, onun hikâyelerindeki dil işçiliğine, zamanla meselesi olan hikâyelerden, hikâyede ilk cümlenin işlevine kadar birçok meseleyi, sözün, edebiyatın değerini konuştuk.
Bir edebiyat geleneği devralıyoruz
“Seza Hanım ve Kedileri” ilk hikâye kitabınız. Birçok anlam durağı ve imgeyle örülü bir eser bu. Hikâyede imge denildiğinde neler düşünüyorsunuz? Ya da sizin hikâyenizde imgelerin gerçekten yeri ve değeri var mıdır?
Türü ne olursa olsun edebi bir eserde en önemsediğim şey dil ve imge işçiliği. Okurken kelimelerin serinliğinin dilde bıraktığı yumuşak tadı, metindeki müziği önemsiyorum. Kurgu benim için ikinci planda kalıyor. Bu tamamıyla öznel bir seçim. Zira ne tür bir metni okumayı seviyorsak o tarz bir şey üretmek istiyoruz. Tekrar tekrar dönüp okuyabileceğim nakşedilmiş metinleri daha çok seviyorum. Burada şöyle bir sorun karşımıza çıkıyor. Bir edebiyat geleneği devralıyoruz. Biz daha yazmaya başlamadan evvel formlar tasnif edilmiş, koşulları çoktan belirlenmiş. Hikâye dediğimizde bir giriş, gelişme ve sonuç dahilinde ilerleyen bir kurgu öne çıkarılıyor genelde. Fakat daima bu ölçütlere sadık kalarak yazmak edebiyata, insana ve nihayetinde çağın hakikatine ihanete götürebiliyor insanı. Cervantes “Don Kişot”u yazdığında tescillenmiş şekilde roman, Montaigne “Denemeler”i yazdığında deneme, Arthur Rimbaud mensur şiiri yazdığında mensur şiir diye bir tür yoktu. Velhasıl türler çağın, kelimenin ve edebiyatın ihtiyaçları doğrultusunda doğup şekilleniyorlar. Hakikat kelimenin ve formun sınırlarını zorladığında yazar sesine uygun yeni kalıplar arıyor. Yeni çağın insanı oldukça bireysel, neredeyse hayatın dışında bir hayat yaşıyor. Kendisi dışında hiçbir şeyi gerçek manada tanımıyor. Yazar, sırf öykünün gerekleri konusunda birtakım buyruklar var diye kendini bu sınıra hapsetmeye kalktığında metin tıkanıyor. Yahut suni bir şey ortaya çıkıyor. Bu anlamda “ben” diliyle yazılan melankolik metinler ciddi anlamda eleştiriliyorlar. Kendinden başka bir şeyi gerçekten tanımamış bir insan kendi dışında neyi anlatabilir ki? Sabahtan akşama dek bir şekilde odasında kendi başına yaşayan, taktığı kulaklar ile kendi sesinden ve kendi müziğinden başka bir şeyi duymayan bir insan nasıl başkasının sesini yazabilir? Yazdıklarıma öykü diyorum fakat başka bir şey seçmek imkanım olsa idi Şule Gürbüz’ün bir röportajında izah ettiği gibi şiirsel anlatı diyebilirdim, kurgusal monolog diyebilirdim. İsminin ne olduğu hakikatini etkilememeli metnin. Bu seçimin bana sağladığı özgürlükle daha şiirsel ve imge odaklı bir dili tercih ediyorum. Philippe Claudel’in “Kokular” kitabı beni çok etkileyen bir metin. Yazar çocukluğunun kokuları refakatinde bir metin inşa etmiş. Bir türe dahil etmek pek mümkün değil ama kusursuz bir metin. Bir kokunun, bir rengin, bir imgenin peşi sıra insana dair gerçek bir alana temas edebiliriz. Bir kedi, bir çerçeve, sabah uyanılıp seyredilen bir duvar, bir sineğin ölmeden önceki son düşünceleri. Bunlar beni dilin ve insanın imkânlarını tahlil etmek noktasında itekleyen doğurgan imgeler. Bu açıdan elbette imgelerin benim için bir yeri ve değeri var.
Şiir, dilin gördüğü bir rüya
Dil işçiliği ilk hikâyeden beri göze çarpıyor. Bu olgu hikâyeleriniz bazen şiirsel ya da olayın geri plana atıldığı hikâyeler gibi durabilse de hikâye anlayışınızda sizi 1-0 öne geçiren bir etken gibi. Bu bağlamda ya da şiirsellik hakkında siz neler söylemek istersiniz?
Yukarıdaki soruda izah ettiğim kısma tekrar işaret ederek diyebilirim ki salt kurgu odaklı bir şey yazmanın senaryo yazmaktan pek bir farkı yok benim için. Bu açıdan sayfalar okumak yerine bir film izlemeyi tercih ederim. Kurguya ilaveten dilin sınırlarını ileri taşıyacağız ki yazdığımız şeyin edebi açıdan bir karşılığı olsun. Yoksa kurgudaki çarpıcılık hızla tükenen, seyrelen bir şey. Bu anlamda sinemanın artık bu alanı zaten işgal ettiğini düşünüyorum. Kurgunun, imgenin, şiirselliğin iç içe geçtiği metinleri seviyorum. Temennim de böyle bir şey yazmaktı. Ne kadar başardım bilemiyorum. Ama belirttiğim gibi bu halen çözülebilmiş bir mesele değil. Ciddi anlamda eleştiriliyor. Ama her doğum sürecinde doğacak şey önce bir çatışma ile kendine yer açar. Belki bundan yüz sene sonra bambaşka ara formlar çıkacak. Bugün eleştirilen hususlar yeni bir formun olmazsa olmaz maddeleri arasında sayılacak. İnsan bu denli değişen bir varlıkken insana şahitlik eden edebiyatın aynı kalması mümkün mü? Öyle olsa idi halen ay yüzlü bir sevgilinin kirpiklerine övgü şiirleri yazıyor olurduk. Cümledeki müziğin okuyucuyu tekrar tekrar metne çağırması çok mucizevi bir olay. Neredeyse vahiysel bir tını içeriyor böyle metinler. Şiir, akıl uykuda iken dilin gördüğü bir rüya gibi geliyor bana. İnsan her şeyi taklit edebilir ama bir rüyayı değil. Bu açıdan bir rüyayı işlemek, değerli bir taşı muhafaza etmek gibi. Salt eleştirmenler böyle istiyor diye aynı şeyi tekrar tekrar üretmenin de başkasının gördüğü rüyayı anlatmaktan bir farkı yok. Edebiyat yeni rüyalar icat eden insanlara ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden belirli aralıklarla bambaşka formlar çıkıyor. Belki de saf şiir ile kurulan bambaşka bir zamana geçiyoruz, kim bilir?
“Gülşiir Ülkesi” zaman olgusunun başrolde olduğu bir hikâye. Dilara Ayşe Akdeniz’in “zaman”la bir meselesi var sanki hikâyelerinde. Değil mi?
“The Waking Life” filminde diyaloğu tam hatırlamamakla birlikte insanın dünyadaki imtihanının zaman olduğuna, dünyadan çekip gittikten sonra belki de insanın zamanın yükünden bıkarak sonsuzlukta bir ek olarak kalmaya razı olacağına ilişkin bir bölüm vardı. Bu tez bana çok çarpıcı geliyor. Zamanın başlı başına bir imtihan oluşu fikri çok çarpıcı. Zira cennetten düşüş ile zaman icat olunur. Ondan evvel vaktin bölünmek zorunda olmadığı bir yekparelik, cennetsi bir bütünlük ve dinginlik mevcuttur. Oysa zaman devreye girince insan ömrü bölünür, gün bölünür, gece bölünür. Aynen cinsiyetin oluşturduğu ikilik gibi bir bölünme başlar. Tevhid hali dağılır. Tanrısal birlik yerini bölünmeye bırakır. Zamanda ölümün kesinliği gibi bir kesinlik var. Geri dönülmesi imkansız bir katiyet taşıyor. Bu açıdan “Gülşiir Ülkesi”ni insanların zaman kanserinden ölmediği bir ülke olarak hayal ettim. Zaman bir kanser değil de nedir? Ömür boyu bir tortu gibi urlaşarak büyür içimizde. Hepimiz nihayetinde zamandan dolayı ölürüz. Diğer şeyler yalnızca sebeptir. Vadesi doldu der eskiler ölen bir kimse için. Zaman hem imtihanımız hem de hayatın ta kendisidir. Onu unutmak için ama onda yaşarız. Bu açıdan zaman ile bir meselem var, çünkü zamanla hepimizin bir meselesi var. Hatta bazen başka herhangi bir şey hakkında yazabiliyor olmak dahi insanı şaşırtıyor. Direnemediğimiz, pençesinden kurtulamadığımız, bazen de merhem umuduyla kollarına atıldığımız bir şey zaman. Her parçasında benliğimizin ayrı biri fotoğrafını bırakıyoruz. Bir sonraki parça bir öncekini anlatıyor. Aynı nehirde iki kez yıkanamamak gibi. İnsan kendini dahi iki kez aynı şekilde anlatamıyor. Zamanın eli tutuyor kalemi çoğu defa. Ve yine ancak zaman sayesinde hayatımızı hikâyeleştirebiliyoruz. Sinema bu açıdan muazzam geliyor bana. Bir kesit, mühürlü bir zaman parçası, önümüzde bir avuç tekrar eden zaman. Hikâyenin de böyle bir yanı var. Tekrar tekrar kendi içine kapanan bir metin kuruyorsunuz.
Ölümü bilmemek insanı ölümsüz kılıyor
Bu hikâye bana şunu da düşündürüyor: Geçmiş zamanla olan derdi. Ya da bu çağın insanı olmakla ilgili bir hüznü. Öte yandan biz bu çağda yaşarken “Gülşiir Ülkesi” bize güzel bir düşün ya da yaşanmak istenen dünyanın resmini çizer. Güzel bir kurgudüş’tür adeta “Gülşiir Ülkesi.” Sizce?
Kurgudüş çok güzel bir tabir oldu, tam olarak öyle. Ölümü bilmemek insanı ölümsüz kılıyor. Zamanı bilmemek de öyle. Çocukluğun bölünemeyen bütünlüğü de buradan geliyor bence. Çocuk zamanı bilmiyor, ölümü bilmiyor. Üç yaşındayken dört yaşındayken gibi keskin tasniflerde bulunmayız çocukluğumuzu anlatırken. Yalnızca çocukken deriz. Çünkü çocukluk cennete en çok benzeyen haldir insan ömründe. Aynen cennet gibi bir teklik hâlidir çocukluk. “Gülşiir Ülkesi” biraz da bu geçmişe özlem. Masalsı bir dil taşıması belki bundan. Çocukken okuduğumuz masallar bir varmış bir yokmuş diyerek başlıyordu. Bu bir zamansız edatı gibidir, askıda sallanır durur. Tekrar ve tekrar. Bir varmış bir yokmuş. Bu tını bile ölümün yakıcılığını seyreltiyor. “Gülşiir Ülkesi” böyle bir şey. Ölüm bilinmediği için ölümsüz olanların ülkesi. Soru sorulmadığı için kimse cennetten kovulmamış. Yasak elma henüz dişlenmemiş. Tam olarak bahsettiğiniz gibi geçmişe, çocukluğa ve cennete olan özlem var orada. Ve ilk sorunun, ilk günahın, ilk elmanın pişmanlığı. Charles Baudelaire’e ait olduğunu hatırladığım bir söz var :“Her nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir.” Bu çağa ait olmama iddiası biraz yazar romantizmi gibi dursa da bunun dünyadan tatmin olmamakla alakalı genel bir şikayet hali olduğunu düşünüyorum. Yazmak da bu tatminsizlikle başlıyor sanki. O açıdan ben de nerede değilsem orada mutlu olacak gibi hissediyorum. “Gülşiir Ülkesi” benim için “nerede değilsem ülkesi”. Onun üzerinde olmak mümkün değil. O tam olarak orada olmamakla kutsal bir anlam taşıyor.
Ben de bahsettiğiniz sözü her zaman çok seviyorum. “Güz Sonatı”nın ilk cümlesi ise şöyledir: “Gündüz diktiğini gece söken Penelope gibiyim.” Başarılı bir giriş olduğunu düşünüyorum. Aslında birçok hikâyenizde başarılı girişler söz konusu. Hikâyede ilk cümlenin işlevi hakkında neler söylemek istersiniz?
Başlangıç yapmak benim için nispeten daha kolay bir şey. Çünkü genelde zihinsel bir yoğunlaşma anında oturup tek perdede yazarım. Başladığımda o şimşek taze oluyor zihnimde. Bu açıdan başlamayı seviyorum. Ama bitirmek için aynı şeyi söyleyemem. Öykü ile doğru yerde doğru şekilde vedalaşmak kesinlikle daha meşakkatli. Okuduğum öykülerde yazar ilk cümle ile tanıdık bir ruh ikliminden selam göndermişse daha dikkat kesilerek okuyorum. Aynı coğrafyanın insanıyız diyorum ve metni daha bir dikkatle okuyorum. Bu anlamda ilk cümlenin işlevi doğru şekilde selam vermek olabilir. Sinemadaki prolog gibi düşünmek lazım belki biraz.
Yazdıklarınız size şahitlik ediyor
Şiir başta olmak üzere birçok edebî türle iç içesiniz. Ağır basan hikâye mi oldu ilk eserinizin yayımlanma süreci düşünüldüğünde?
Pek çok yazar kelimelerle hemhal oldukça farklı formlar denemek istiyor. Nitekim biyografi okudukça fark ediyorum ki hemen hemen pek çok yazarın aynı anda öykü, şiir, deneme gibi formlarda bir eser geçmişi var. Benim yazma serüvenim de böyle başladı. İlk başta kendi sesime güvenmediğim için sinema yazıları yahut inceleme yazıyordum. Üniversite yıllarımda yazdıklarım hep bu minvalde idi. Ama sonra doğurgan, kışkırtan bir öykü yahut şiir okuyorsunuz. İçinizde kelimeler birikmiş. Sesiniz dışarı taşacak bir kesik arıyor. Bunun üzerine bu tahrik ile kalemi elinize alıp bir cesaret başlıyorsunuz. İlk yazılanlar genelde cahil cesareti dediğimiz şeyin coşkusunu taşıyor. Esasen bu cahil cesareti olmasa kimsenin yazmaya cüret edebileceğini sanmıyorum. Öyle kusursuz, güzel eserler var ki ne yazsanız gedik kalıyor çünkü başlarda. Bu anlamda belki sinema ve şiir ile ilgilenmenin sağladığı biçimsel imkânlar bakımından öykü en ait hissettiğim biçim oldu benim için. İçine şiir de sızabilirdi, bir alıntı da. Yayımlanma süreci ise tamamıyla tesadüfi. İlk tekemmül eden dosyam olduğu için bu şekilde çıktı. Ki bence çok yerinde oldu.
Ben kalemi şahit kılmaya uğraşanlardanım
Edebiyat sizin için bir şahit olma biçimi mi? Neler söylemek istersiniz bu bağlamda? Sözün, kelamın, yazmanın değeri hakkında?
Elbette. İnsan kendine şahitlik eder. Herkes için başka bir biçimdedir bu şahitlik bence. Ben kalemi şahit kılmaya uğraşanlardanım. Misalen bu öykü kitabı takriben altı yıllık bir zamanı kapsıyor. Altı yılın ben’ine, bakışına, seçimine, kelime hafızasına şahitlik etti. Öyle ki insan bazen yaşadığını unutuyor ama kalem ve yazdıklarınız size şahitlik etmeye devam ediyor. Kitaptan bir bölümü okurken o zamanlar böyle bakıyormuşum dünyaya dediğim, kendime yabancılaştığım öyle çok yer var ki. Siz unutuyorsunuz ama kalem şahit olmaya devam ediyor. Bu açıdan birer emanetçiyiz aslında. Kelam, zamanı gelince bizim dilimizle, bizim kalemimizle dünyaya sızıyor ve bizden ayrı bir yaşam inşa ediyor. Doğurduğunuz ama sahibi olmadığınız bir çocuk gibi. Sizin içinizde yeşeriyor, sizin ona sağladığınız ruhsal ve zihinsel koşullar ölçüsünde bir boya erişiyor, sonra bir kesik açarak sizden dışarı sızıyor. Sizin şahidiniz. Siz de onun. Sizden ama sizin değil. Bu açıdan bu emanete sahip çıkmak çok kıymetli. Hele ki içinizde sözü yeşillendirebilecek bir anayurt varsa ona ihanet etmeden bur yurdu beslemelisiniz. Aksi kelama ihanet olur. Ve kendinize. Bu işi edebiyat tarihi ve kuramsal çerçevenin dışında bir şahitlik biçimi olarak algılıyorum. Umarım da layıkıyla yapabilirim.