Yazar Naime Erkovan: “Kitapların sunduğu dünyalarla avunmak, teselli bulmak veya oyalanmak, hepimizin zaman zaman başvurduğu bir yöntemdir. Sürekli kendimizle baş başa kalamıyoruz, sürekli insanlarla bir arada olamıyoruz fakat edebiyat bu “sürekli” kavramının karşısına “bazen” kavramını getiriyor. İşte o zaman her şey dengeleniyor.”
Yeni çıkan kitapları takip etmeyi oldum olası seviyorum. Belki biraz da meslek hastalığı bu. Özellikle şiir ve hikâye bu anlamda ön planda benim için. İşte uzun zamandır kaleminin takipçisi olduğum yazar Naime Erkovan, bu sayı konuğum. Ketebe Yayınları’ndan çıkan yeni eseriyle Erkovan, bu kez daha alışılmadık bir tarzın ve anlam dünyasının peşinde. Naime Erkovan’la yeni kitabı Ve Şehre Bir Flanör Gelir hakkında eserin ortaya çıkış sürecinden, içinde yer alan dokunaklı hikâyelere, sokaktaki işaretlerin onun duygu dünyasında bulduğu karşılıktan yaşadığımız çağın bizi ayrı bir distopyaya mahkum kılmasına kadar birçok konuda konuştuk.
Hikâye yolculuğunuzun takipçisi bir okur ve yazar olarak son kitabınızı sevinçle karşıladım. Eserin ortaya çıkma sürecinden bahsetmek ister misiniz?
Ne güzel sevinçle karşılanmak… Bildiğiniz gibi bu sekizinci öykü kitabım. İlk kitabım 2011’de yayımlandığına göre tam on bir sene boyunca süren bir öykü yolculuğum olmuş. Her kitabımda belli bir konsept etrafında yazdım öykülerimi. Dolayısıyla bütün eserlerimde benim için -bazen de Türk edebiyatı için- yeni yollar buldum. Bu seferki çıkış noktam trafik işaretleri oldu. Şehrin her yerindeler ve aslında tek bir şey söylüyorlar ancak ben tahmin edemeyeceğimiz kadar çok şey söylediklerine inandım. Kulak verdim onlara ve serüven başladı. Fantastik yazma gerekçemle aynı şeydi bu maceram da. Yani görünen, tek bir gereklik barındırmak zorunda değildi. Kalplerimizi ve zihnimizi açık tutarsak bambaşka gerçeklikler de görebilirdik madem, öyleyse görünenin ötesine geçmek için bir fırsat daha bulmuş oldum kendime. Büyük oranda bütün dünyada geçerli olan işaretleri seçmeye çalıştım. Algıda seçicilik başladı bir süre sonra. Sokağa çıkınca ilk gördüğüm şey, işaretler oluyordu. Neyse ki kitapla birlikte bu hassasiyet gücünü yitirdi de sokağa çıkınca gökyüzünü ve ağaçları öncelikli olarak görebiliyorum yeniden.
Hayatımız distopik oldu
“Ve Şehre Bir Flanör Gelir” distopik hikâyeler de içinde barındırıyor gibi. Tespitime katılır mısınız?
Biraz distopik biraz bilim kurgu biraz muhatap olduğumuz gerçek hayat diyebilirim. Son birkaç senemize bakınca eşsiz bir distopyaya düştüğümüzü kabul edersek o zaman öykülerimin şaşırtıcı hatta korkutucu bir şekilde gerçeğimize dönüştüğünü görebiliriz. Müthiş bir değişimden, inanılmaz bir hızla geçtik. Her gün yeni felaketlerle, acayipliklerle karşılaşıyoruz. Hayatımız distopik oldu ama ilginç tarafı şu öykülerin: Ben öykülerimi yazmaya başladığımda henüz salgınla tanışmamıştık. Bir hissikablelvuku yaşandı diyelim ve o da ne yazık ki distopik oldu biraz.
Kalplerimiz yoruldu
Takas adlı hikâyeniz de distopik bir hikâye gibi geldi bana. Aslında bu zamana uyarlanabilir bir yanı var gibi. Yapay zekâ ve metaverse gibi tartışmaları da düşününce. Sahici bir kalbe sahip olmakla ilgili bir cümleyle bitiyor hikâye. Günümüz ahir zamanında ise bu durumu engellemeye çalışan çok fazla dış etken var gibi duruyor. Ne dersiniz?
Kalplerimiz yoruldu. Belki de tahmin ettiğimizden daha çok yoruldu. Kırıldı, parçalandı, eksildi ama iyi kötü işlevlerini sürdürdü her biri. Her hasar aldığımızda üzüldük, daha kötüsü olmaz sandık, daha kötüsü geldi. Toparlanıp ayağa kalktık, yeni üzüntüler yaşadık. O kadar çoğaldı ki bu durum, sonunda duyarsızlaşmaya başladık. Hissetmemek için veya sadece kendimizi düşünerek onu korumaya çalıştık. Oysa korunduğumuzu sanırken ruhumuzu kararttık. Bir de baktık ki göğüs kafesimizde çarpan şey, bir kalbe benzemez oldu. Onu eski hâline döndürmek, son derece zor bir yolu göze almak demekti. Madem düzeltemedik, o hâlde onu başka metalarla takas etmeliydik. Parayla, sahte sevgilerle, makamlarla, rakamlarla, ışıltılarla… Takası göze alınca seçenekler katlana katlana yükseldi karşımızda. Ruhunu şeytana satma mitinin, modern versiyonu diyelim biz kısaca buna.
İlk yabancılaşmayı kendimize uyguladık
Bazı hikâyelerde yabancılaşma olgusunu da gözlemliyorum. Modern insanın çevresine belki kendisine dahi yabancılaşmasını konu edinen hikâyeler yazmayı seviyorsunuz, denebilir mi?
Malzememi yaşadığım hayattan, çevremdeki insanlardan aldığım için onların çelişki ve çıkmazlarını da almış oluyorum. Yani ben özellikle bir şeyi yazmıyorum, bir şeyler zaten var, yazınca her biri görünür oluyor. Dünya inanılmaz hızlı bir şekilde değişiyor. Her gün tahmin edemeyeceğimiz kadar çok manipülasyona maruz kalıyoruz. Anlamak, idrak etmek gitgide zorlaşıyor. Yapabildiğimiz tek bir şey kalıyor, o da anlamaktan vazgeçmek oluyor. Ama yine de bir şeyler yapmak zorundayız. Çoğumuz bunu kendiyle meşgul olmak şeklinde anladı ve o yüzden de sosyal medya mecralarında tasarlanmış bir hayat sunmaya başladı. Doğru değil görünenin çoğu ama umursamadık. Böylece ilk yabancılaşmayı ne yazık ki kendimize uyguladık. Kendimize yabancılaşmak en korkuncu ve zoru olduğu hâlde bunu yaptık. Artık insanın içinde sayısız uçurum açıldı. O uçurumları yazmak için bir ömür yetmeyecek belki de.
Yalnızlığımız derinleşerek büyüyor
Sarı Terzi öyküsündeki bir sahne beni afallattı. Üniformalı adamlar karakteri şehirde tek yaşadığı için yaptıkları sayımda saymıyorlar. Böylece yalnızlığına bir yalnızlık daha ekleniyor Sarı Terzi’nin. Çok çarpıcı bir sahne bu. Yok sayılmak hepimizi acıtır diye düşünüyorum. Siz neler söylemek istersiniz bu noktada ve Sarı Terzi hakkında?
Hayat daha hızlı, insanlar daha yüzeysel, yalnızlık daha kıyıcı artık. İronik bir şekilde hepimizin etrafı eskisinden daha kalabalık ama her birimizin ruhunda yalnızlık çölleri uğulduyor. Empati yapan, başkası için var olan insanların sayısı hızla azalıyor. Hatta belki bizler de o sığ insanlara dönüştük çoktan. Kafamız karışık, ruhlarımız huzursuz, dilimiz telaşlı. Dört duvarımız arasında bile yalnızlığı göze almadığımız için ondan daha çok korkuyoruz. Yapay kalabalıklar icat ediyoruz hayatlarımızda ama müthiş bir dilemma sonucu, bütün gayretlerimize rağmen daha çok yalnızız. Bazen barıştığımız oluyor yalnızlığımızla ama bu sefer de dünya kabul etmiyor onu. O yüzden de derinleşe derinleşe büyüyor yalnızlığımız.
Yaşamak için gerçeklik algımız hasar almamalı
Gerçeklerin düşleri yok etme güçleri vardı diyorsunuz Merhaba Merhaba hikâyesinde. Biz gerçekler için değil hayaller için yaşardık diyen şarkıcıyı anımsadım burada. Düşlerin gerçekleri yenebildiği, bizi adeta güzel düşlere inandıran bir hikâye bu. Düşlerin sizin için anlamı nedir? Bir yazar olarak veya?
Gerçekliğin içine yerleştirilmiş kameriyelerdir düşler. Yorulduğumuzda, soluklanmak istediğimizde oturup dinlenebiliyoruz buralarda. En güzel tarafı da devam edemediğimizi anladığımızda bu kameriyelerin belirmesidir. O ana kadar orada olduklarını bilmeyiz üstelik. Gücümüzü toparlayana kadar vakit geçirebiliriz her birinde. Kimse bize kalkın diyemez, çünkü kimsenin mülkiyetinde değillerdir. Cennetteki gölgeliklerden bahsedilir ayetlerde. Sanki bunlar da yeryüzündeki gölgeliklerdir. Esenlik ve mutluluk vermek üzere yaratılmışlardır. Ama oradaki kalış sürelerimizi çok uzatmamamız gerekir. Çünkü yaşamak için gerçeklik algımız hasar almamalıdır. Dinlenip dinlenip yeniden yola koyulacağız. Ama bu keyifli soluklanmalardan sonra yol daha çekilir, daha güzel olacaktır.
Edebiyat geçmişimize ve ruhumuza bir yolculuk
Bildiğim kadarıyla yazarlık eğitimleri vermeye devam ediyorsunuz. Biraz klasik bir soru olsa da yazarlık sizce öğretilebilir bir şey mi? Siz atölyelerinizde neler yapıyorsunuz?
Yazmak da diğer sanatlar gibi bir sanatsa elbette öğretilebilir ama daha çok da öğrenilebilir. Bir hoca olarak elimden geldiği kadar bu yolculukta eşlik ediyorum öğrencilerime fakat işin büyük kısmı onlara düşüyor. Yazmayı ne kadar çok istiyor, sabretmeyi nereye kadar sürdürebilir, egosunu nasıl kontrol altına alabilir, tevazuyu ne zaman hayat düsturu hâline getirebilirler? Bütün bu sorularla yüzleşmeye hazırlarsa, edebiyatı çok seviyorlarsa, çalışmaktan, düşüp düşüp kalkmaktan yılmaz, kendilerine hayran olmayıp büyük eserler karşısında edeple davranmasını bilirlerse öğrenemeyecekleri bir şey yoktur. Atölyelerde bir yandan okuyor, bir yandan da yazıyoruz. Öğrencilerin yazılarını derste değerlendirirken nasıl “yazmamaları” gerektiğini göstermeye çalışıyorum, nasıl yazmaları gerektiğini değil. Edebiyat, aslında kendi geçmişimize ve ruh dünyamıza bir yolculuktur. Başarabilirsek hasarlarla yüzleşip onları düzeltebiliriz. En kötü ihtimalle varlıklarını keşfedip barış sağlayarak yolumuza devam ederiz. O yüzden edebiyatın herkese lazım olduğunu söylerim yıllardır. Çünkü hiçbirimiz hayat yolculuğundan hasarsız çıkamıyoruz.
Yazınsal yolculuğunuza hikâye ile başladınız. Yine hikâye ile devam ediyorsunuz. Bu yolculukta size eşlik eden dostlarınız ya da ferahlama duraklarınız hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz? Sizin en büyük ilham kaynağınız nedir? Aynı zamanda başka türde eserler vermeyi düşünüp düşünmediğinizi de sormak isterim?
Sevgili dostlarım, sevgili kitaplarım, sevgili şarkılarım, sevgili yürüyüşlerim ve elbette sevgili yalnızlığım. Her sabah gözümü açtığımda kendimi içinde bulduğum hayat en büyük ilham kaynağım. Ancak zihnimin ve kalbimin bulanmaması gerekiyor ki malzemelerim birikebilsin. Yazma niyeti üzere olduğumda bir an gelir ve ilahi bir kıvılcım parlar. Bu kıvılcım olmadan yazmam mümkün değil. Her öykümde onun ışığı vardır. Şimdi ışık başka türlü parlıyor zihnimde. Artık öykü diyarını bir süreliğine terk edip roman diyarına seyahat edebilirmişim gibi bir his var içimde.
Sizden bu türde de eserler okumak isteriz elbette. Peki edebiyatın zor zamanlardaki gücü hakkında neler söylemek istersiniz?
Edebiyatın hayatımızda nasıl bir yer işgal ettiğini düşünmeliyiz önce. Ne kadar önemsiyorsak onu, o kadar güçlü bir şekilde hayatlarımıza nüfuz ediyor. Yani beklentimizin yüksekliği neticesinde güçleniyor. Zor zamanlarımda en çok sığındığım limandır edebiyat. Yazamam o vakitler hatta bazen okuyamam da ama buna rağmen okuma kapısı tam kapanmaz. Kitapların sunduğu dünyalarla avunmak, teselli bulmak veya oyalanmak, hepimizin zaman zaman başvurduğu bir yöntemdir. Sürekli kendimizle baş başa kalamıyoruz, sürekli insanlarla bir arada olamıyoruz fakat edebiyat bu “sürekli” kavramının karşısına “bazen” kavramını getiriyor. İşte o zaman her şey dengeleniyor. “Bazen” kelimesi iyileşme umudunu, hiçbir üzüntü ve kaygının kalıcı olmadığını, bazen susmamızın bazen gülmemizin bazen şehri terk etmemizin gerekli olduğunu hatırlatıyor bize böylece.