Emperyazlizmin fikri anlamdaki etkilerinden bahseden Atasoy Müftüoğlu ontolojik ve epistemolojik emperyalizmin sürdüğünü şu sözlerle anlatıyor: “ Ontolojik ve epistemolojik emperyalizm sürüyor. Bu şu demek, dünya iktidarı kendi dünya görüşünü, hayat tarzını, felsefesini, bilgi sistemini dayatıyor. Dolayısıyla bu dünya iktidarı ile nihai hesaplaşma yapabilmek için her şeyden önce, karşı karşıya olduğumuz ontolojik ve epistemolojik emperyalizmin ne anlama geldiğini, onun üzerimizdeki tahribatını sorgulamamız gerekiyor.”
Ülkemizin yaşayan önemli mütefekkirlerinden Atasoy Müftüoğlu’nun 40. kitabı olan Varoluşsal Hesaplaşmalar geçtiğimiz mayıs ayında okurlarıyla buluştu. Müftüoğlu önceki kitaplarında olduğu gibi Varoluşsal Hesaplaşmalar’da da eleştirel söylemini sürdürerek İslam dünyası özelinde insanlığın günümüzde karşı karşıya bulunduğu tehditleri ve çıkmazları işaret ediyor. Yapay zekâdan transhümanizme, konformist kültürün neden olduğu çürümeden Filistin’de yaşanan soykırıma kadar hesaplaşılması gereken konulara dikkat çeken Müftüoğlu, okurlarını bu konularda eleştirel çözümlemeler yapmaya davet ediyor. Atasoy Müftüoğlu’na hem son kitabı Varoluşsal Hesaplaşmalar hem de 50 yılı aşan yazı hayatı hakkında sorularımızı yönelttik.
Emperyalizmin Kültürel İşlevi
2014’te Varoluşsal Kaygılar’ı, 2015’te ise Varoluşsal Belirsizlikler’i yayınladınız. O dönemki yazılarınızda içinde yaşadığımız çağın bize tek boyutlu bir gerçekliği dayattığından bahsediyordunuz. 2024 yılına geldiğimizde artık bir “Varoluşsal Hesaplaşma”nın kaçınılmaz hale geldiğini söyleyebilir miyiz?
Varoluşsal hesaplaşmanın kaçınılmazlığı, zorunluluğu, hayatiyeti, tarihsel önemi, gereğince konuşulmuş değil İslam toplumlarında. İslam toplumları bu sorunları konuşmaya cesaret edemiyor; bu gerçekliğin, bu çıkmazın ayırdında değil. Çünkü bu ülkelerin bağımsızlıkları kendi mücadeleleriyle değil; yukarıdan dayatılan bağımsızlıklar, şekli bağımsızlıklar, biçimsel bağımsızlıklar. Emperyalist dünyaya bir şekilde bağımlılıkları sürüyor. Türkiye örneğinde olduğu gibi Amerikan üslerine ev sahipliği yapıyorlar, NATO’ya ev sahipliği yapıyorlar. Dolayısıyla bu bağımsızlıklar resmi bağımsızlıklar olarak var.
Emperyalizmin tarih boyunca aynı zamanda bir kültürel işlevi olduğu dikkatlerden kaçıyor. Emperyalizm ilerlerken bir kültür olarak da ilerliyor ve kültürel fetihler yaparak kendisini yeniden üretebiliyor. İslam dünyası toplumları yapısal bir edilgenlikle malul oldukları için ontolojik ve epistemolojik emperyalizmi fark edemiyor. Bunu fark ettiğinde bağımsızlık mücadelesi başlayacak. Şu anda böyle bir mücadeleden söz edemiyoruz. Ontolojik ve epistemolojik emperyalizm sürüyor. Bu şu demek, dünya iktidarı kendi dünya görüşünü, hayat tarzını, felsefesini, bilgi sistemini dayatıyor. Dolayısıyla bu dünya iktidarı ile nihai hesaplaşma yapabilmek için her şeyden önce, karşı karşıya olduğumuz ontolojik ve epistemolojik emperyalizmin ne anlama geldiğini, onun üzerimizdeki tahribatını sorgulamamız gerekiyor. Bu, önce entelektüel hesaplaşmayı zorunlu kalıyor. Fakat entelektüel hesaplaşmayı yapabilmek için önce bu dünya iktidarının meşrulaştırdığı büyük ideolojik anlatılarla, ırkçı anlatılarla yüzleşmek gerekiyor. Çünkü bu anlatılar, yani örneğin aydınlanma gibi, özgürlük gibi, bunlar modern diktatörlüğün kutsalları, modern diktatörlüğün dokunulmaz kıldığı putlar.
Filistin halkının özgürleşme hakkı tanınmıyor
Bugün her türlü kötülük bu aydınlanma klişesi ve özgürlük klişesi içinde meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Özgürlük putu sadece Filistin halkının özgürlük hakkını tanımıyor. Yani özgürlükle kendisini eşitlemiş bir modernlik ve dünya diktatörlüğü, Filistin halkının özgürleşme hakkını tanımıyor.
Bu açıdan varoluşsal bir hesaplaşma, çok gecikmiş bir hesaplaşma. Ama bunun tek nedeni, İslam dünyası toplumlarının bu yapısal edilgenlik sebebiyle tarihe geç kalışlarıyla ilgilidir. Çünkü onlar, özellikle Avrupa merkezci tarihin dünya tarihi olarak kendilerine dayatıldığı günden beri, tarih üretmiyorlar
“Geleceğimiz büyük teknoloji şirketlerinin insafına terk edildi”
Teknolojinin, transhümanizmin ve tekno ütopyacılığın insanlığın varoluşsal değerlerini tehdit ettiği günümüzde, varoluşsal bir hesaplaşmayı nasıl hayata geçirebiliriz?
Muhtemelen önümüzdeki dönem, teknolojinin diktatörlüğünün belirleyici olacağı bir dönem olacak. İslam dünyası toplumları içeriden ve dışarıdan iki tür engelleyici sömürgecilikle karşı karşıya. İçeriden maruz kaldıkları sömürgecilik büyük ölçüde hamaset sömürgeciliği. Yani bir toplumu romantik klişelere hapsetmek, ütopyacı klişelere hapsetmek, toplumun gerçeklerle yüzleşmesini engellemek, gerçek dünyayla hesaplaşmasını engellemek amacına yönelik olarak bir takım öteden beri kullanageldiğimiz romantik ve nostaljik klişeler var. Yerli-milli klişesi gibi, ezan-bayrak klişesi gibi, şanlı tarih klişesi gibi klişelerimiz var.
İkincisi, dışarıdan gelen sömürgecilik ise özellikle 21. yüzyılda belirttiğiniz gibi; transhümanizm gibi, yapay zekâ gibi konuların insan-makine arası yeni bir tür icat etmek üzere. Daha doğrusu insanın robotlaştırılması, yapay bir hayat tarzı, yapay bir ilişki biçimi, yapaylıkların meşrulaştırılması gibi pek çok şey içeriyor. Transhümanizm daha seçkinci bir sınıf icat etmek gibi hedefler taşıyor. Bütün bunlar büyük teknoloji şirketlerinin çıkarları, ihtirasları, dünya görüşleri doğrultusunda az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin halklarına, batı dışı halklara dayatılıyor. Dolayısıyla bizim geleceğimiz büyük ölçüde bu büyük teknoloji şirketlerinin insafına terk edilmiş durumdadır.
Büyük teknoloji şirketlerinin dünya görüşüyle yüzleşmek gibi bir sorumluluğumuz var. Bunun için İslam toplumlarının 21. yüzyılla ilgili bir çözümleme yapması gerekiyor. Fakat böyle bir çözümleme yapamazlar çünkü geçmişte yaşıyorlar. Bugünü etkileyebilecek bir dil kurmaları mümkün değil. 21. yüzyılla konuşan yeni bir kurucu kuşak gerekiyor. Bu kurucu kuşağın evvela bir tarih felsefesi bilincine, İslami anlamda sahip olması, bir bilgi felsefesi bilincine sahip olması, bir siyaset felsefesi bilincine sahip olması, bunları bütün bir insanlığın dikkatine arz edecek şekilde formüle etmesi, somut bir proje etrafında bunu şekillendirmesi gerekiyor. Ama şu anda bu toplumlar, maalesef çok hazindir, daha çok etnik mutlakiyetçilikler ve mezhepçi mutlakiyetçilikler zemininde, bu etnik ve mezhepçi önyargılarla belirlenen bir kültür ikliminde yaşıyorlar. Dolayısıyla İslam’ın kendisiyle meşgul değiller. Bu etnik mutlakiyetçilikler ve mezhepçi mutlakiyetçilikler onların ufkunu kapatıyor. Dünyada ne olup bittiğini takip eden kadrolarımız yok. Dini hayat maalesef büyük ölçüde mezhepçi bencilliklerle malul.
Evvela tabii önümüzdeki dönemde karşı karşıya geleceğimiz teknolojik diktatörlüğü entelektüel anlamda sorgulayacak evrensel zihinlerin, Müslüman zihinlerin yetişmesi gerekiyor. Şu anda entelektüel dünyada gelişen bu yeni tartışmalara İslami anlamda cevap verecek evrensel zihinlere sahip değiliz. Birkaç isim dışında bu hayati konular takip edilmiyor. Daha çok yüzeyler takip ediliyor.
Epistemik Bozgun
Zihinsel, entelektüel ve siyasal bağımsızlığımızı tamamlayamadığımızı ifade ediyorsunuz. Bu konuyu ayrıntılandırır mısınız? Zihinsel, entelektüel ve siyasal anlamda bağımsız olma sürecimiz nerede kesildi?
Tarih felsefesi perspektifine sahip olmadığımız için, bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorunları eleştirel bir analiz çerçevesinde yorumlayamıyoruz. Bir soruya cevap bulmamız gerekiyor: İslam ne zaman geçmişin ve yerelin konusu haline getirildi? Çünkü İslam tarihe çıktığında evrensel iddialarla yola çıktı. Somut bir dünyanın fethine adanmış bir duyarlılık, hassasiyet ve bilinç vardı. Onun içindir ki ilk yüzyılda Müslümanlar bir tarafta Endülüs’te, bir tarafta İtalya’da, Sicilya’da halifelikler kurdular. İslam’ın amacı buydu; yeni bir din, bütün bir insanlıkla ilişki kurmak, bütün insanlıkla konuşmak… İnsanlığı ikna ederek, emperyalizm yoluyla değil, sömürgecilik yoluyla değil, onların kutsallarına da kültürlerine de saygı duyarak, onları da paylaşarak, onlara kendi alanlarında özerklik tanıyarak, çeşitliliği ve farklılığı müsamaha ile karşılayan bir medeniyetin temsilcileri olarak somut alanı fethetmek üzere yola çıkmışlardı.
Somut alandan ne zaman çekildiğimizin cevabını bulmamız gerekiyor. Soyut alana ne zaman kapandık? Soyut alandan; mistik, batıni, içrek alanı kastediyorum. Soyut alan, Hint mistisizmiyle, Yahudi mistisizmiyle, Hristiyan mistisizmiyle iç içe geçmiş, aynı zamanda İslami katkıları da olan bir şey. Burada bir tasavvuf tartışması açmak gerekiyor olabilir ama bu söyleşinin sınırlarını aşan bir boyutu var olayın. Tasavvufun nasların sınırları içinde anlaşılabilir kılınması gerekiyor. Yani Kur’an’ın ve Sünnet-i Rasulullah’ın sınırları içinde anlaşılabilir bir şey olması gerekiyor. Halbuki burada bütün bunları aşan bir soyut alan var. Ama burada asıl şey, İslam ne zaman geçmişin ve yerelin konusu haline getirildi? Şu anda İslami meşruiyet ve otoritenin yokluğu bununla alakalı. Çünkü insanlık İslam’ı geçmişe ait bir şey olarak algılıyor, geçmişle yerelliklerle sınırlı bir şey olduğunu düşünüyor. Zaten terörle eşleştiriliyor, İslamofobi bu demek. Yerelin ve geçmişin konusu olmak demek, marjinal olmak demek. Yani marjinal olanın, ötekinin, insanlıkla konuşmasının mümkün olmayacağı varsayılıyor.
Dolayısıyla İslam ne zaman geçmişin ve yerelin konusu haline getirildi, bu bir tarih felsefesi çalışmasını icap ettiriyor. Bu, entelektüel özgürlükle mümkün. Bugün İslami düşünce hayatı, kültür hayatı, ilahiyat hayatı, dini hayat entelektüel özgürlükten yoksundur. Çünkü geçmişin, geleneğin, yerelin, yerel tarihlerin, mistisizmin, milliyetçiliklerin, ulus devletlerin ve resmî dindarlıkların baskısı altındadır. Profesyonelliklerin uzmanlık konusu haline getirilmiştir. Dolayısıyla İslam’ın kendisiyle temas imkânı kalmamıştır. Epistemolojik bir emperyalizmden söz ettik. O epistemolojik emperyalizmle şimdiye kadar hesaplaşılmamıştır. Bunun için İslami bilginin özgürleştirilmesi gerekiyor. Bugün İslami bilginin özgürleştirilmesi konusunda merhum İsmail Raci Faruki’nin çalışması akamete uğramıştır ve bu çalışma ne yazık ki sürdürülmemektedir.
Epistemik anlamda maduniyet içindeyiz. Yani bir yenilgiyle, hezimetle, bozgunla karşı karşıyayız. Bir diğer taraftan İslami düşünce, kültür, edebiyat, ilahiyat hayatı entelektüel haçlı seferleri karşısında bir edilgenlik, bir bozgun, bir ikilem, bir yanılsama yaşıyor ve İslam’ın geçmişe hitap etmiş olmakla birlikte bugüne hitap edemeyebileceği gibi bir vehim taşıyor. Entelektüel özgürlük ve bağımsızlık için bu entelektüel hesaplaşma vazgeçilmez bir sorumluluk. Bu, İslam toplumlarının hala fark edemedikleri bir şey. Özellikle tarihin son 500 yılı bu açıdan çok önemli. Çünkü son 500 yıldan beri, hatta belki de Moğol istilasından sonra, İslami bünye, İslam ailesi, İslami düşünce hayatı içerik üretmiyor. Yani kendi yüzyılının sorunlarına cevap vermek, bu sorunlarla ilgili çözümlemeler yapmak, bu sorunları aşmak yönünde içerik üretmiyor. Menkıbe üretiyor, keramet üretiyor, kehanet üretiyor, efsane üretiyor, mitoloji üretiyor, mistik spekülasyonlar üretiyor, komplo teorileri üretiyor, hamaset üretiyor fakat kendi zamanının sorunlarıyla yüzleşecek anlamda içerik üretmiyor. Örneğin bugün 21. yüzyılın sorunlarıyla yüzleşmek için içerik üreten bir hareket, bir okul, bir anlayış maalesef ortaya çıkmış değil.
Kitabınızda kimi İslami oluşumların neoliberal meşruiyete ihtiyaç duyduğundan bahsediyorsunuz. Buna niçin ihtiyaç duyuluyor?
Müslümanların neoliberal meşruiyete ihtiyaç duyuyor olmaları, neoliberalizmin çöküşe girdiği bir dönemde böyle bir ihtiyacı hissediyor olmaları bir anakronizm, bir çelişki. Neoliberalizm kendi meşruiyetini kaybediyor, diğer tarafta Müslüman aydınlar neoliberal meşruiyete ihtiyaç duyuyorlar. İslami temel varoluş, ilkesel varoluş her şeyden önce neoliberal bir meşruiyete karşı çıkmak zorunda. Çünkü neoliberal meşruiyet “her şey mübah” zemininde ortaya çıkan bir şeydir. Evet, İslam çeşitlilik ve farklılıkla uzlaşıyor ama bunlarla uzlaşırken kendi mutlaklarını, kendi kutsallarının dokunulmazlığını kabul eden farklılar ve çeşitlerle. Halbuki burada neoliberal meşruiyet, her şey mübah, “anything goes” meşruiyetidir. Dolayısıyla İslam’ın her şey mübah meşruiyetiyle uzlaşması bir bilinç ve ufuk kaybıyla alakalıdır, hakikat bilincine yabancılaşmakla alakalıdır ve İslam’ın geri çekilişinin psikolojik sonuçlarıyla alakalıdır. Burada da aynı zamanda bir yenilgi psikolojisinin tezahürlerini aramak gerekir diye düşünüyorum.
“Konformist Kültür, Bilinç Katliamı Yapan Bir Kültürdür”
İçinde bulunduğumuz durumu açıklarken sık sık konformizme atıf yapıyorsunuz. Toplumumuz niçin konformist bir kültürün etkisi altında? Buradan bir çıkış yolu bulmak mümkün mü?
Evvela şunu ısrarla belirtmek gerekir: Eğer bir toplumda konformist kültür ve konformist din algısı belirleyici ve tayin edici hale gelmişse ki Türkiye’de gelmiştir, böyle bir toplumda evrensel İslami bilinçten söz edilemez. Konformist kültür bilinç katliamı yapan bir kültürdür. Çünkü konformist kültür geçmişçi bir meşruiyet zemininde kendisini ifade eder. Kitab-ı Kerim’e ve Sünnet-i Rasulullah’a göre değil; geçmişte cereyan eden dini tezahürlere, folklorik tezahürlere, duygusal tezahürlere, biçimsel tezahürlere göre.
Geleneksel statükonun, geleneğin, göreneğin, tarihin, coğrafyanın, yerelin, o bütün marjinalliklerin toplamı olan şeyin din haline getirilmesi, İslam’ın kendisiyle olan teması engelliyor. Konformist kültür, sözünü ettiğim gibi 500 yıldan beri menkıbe üreten, keramet üreten, kehanet üreten, komplo teorisi üreten, mistik spekülasyon üreten şeyin adı. Dolayısıyla konformist kültür meşruiyetini geçmişte yaşananlardan alıyor. Geçmişin şer’i bir dikkat içinde, eleştirel anlamda bir analize tabi tutulması gerekiyor.
Analitik bir tarih perspektifine, vizyonuna, misyonuna, projesine ihtiyacımız var. Şanlı tarih klişesi bizi eleştirel bir tarih hassasiyetinden mahrum ediyor. Şanlı tarih olunca, tarihte herhangi bir aksama, eksilme, zayıflama olmadığı varsayılıyor. Tarihin bütünüyle şanlı tarihten ibaret olduğu varsayılıyor. Dolayısıyla konformist kültürün ve konformist din algısının belirleyici olduğu bir toplumda İslami geleceğin olmayacağını belirtmek gerekiyor. Çünkü konformist kültür, bugün içinde bulunduğumuz, bu söyleşiyi yaptığımız dönemde, daha çok mezhep asabiyeti temelinde, etnik asabiyet temelinde, ulus devlet asabiyeti temelinde, resmi dindarlıklar temelinde çözümlemeler yapıyor. İslam dünyası toplumlarında devlet emperyalizmleri, halka etnik homojenliği ve mezhepçi homojenliği dayatıyor. Bu, tekli toplumlar, tek boyutlu toplumlar oluşturmak anlamına geliyor ve bu toplumlar, içinde yaşadığımız dünyayı hiçbir zaman eleştirel anlamda kavrayamayacak bir kötürümleşmeye sevk edilmiş oluyor. Çünkü etnik homojenleştirme, mezhepçi homojenleştirme tek ufuklu, tek boyutlu, tek gündemli toplumlar oluşturuyor. Biz şu anda kötürümleşmiş bir toplumda yaşıyoruz. İslami evrensellik bilincinin başlayabilmesi için, İslami düşünce, kültür, edebiyat ve ilahiyat hayatının konformist kültürle ve konformist din algısıyla hesaplaşabilecek ve bunu aşabilecek bir bağımsız entelektüel iklim oluşturması gerekiyor. Bunun için ahlaki ve entelektüel bağımsızlığa sahip, adanmış kadroların katkılarına ihtiyaç var. Bu ancak evrensel zihinlerle başarılabilir. Yerel zihinlerle böyle bir mücadele başlatılamaz çünkü yerel zihinler, yerel gündemle büyülenen zihinlerdir ve patolojilerdir. Bugün toplumlarımız büyük ölçüde devlet iktidarının patolojilerine mahkûm hale gelmişlerdir. Bunun dışında örneğin Türkiye’de toplum, bu devlet iktidarının patolojilerine mahkûm olduğu için bir bilgelik kırıntısına bile sahip değildir. Toplum büyük ölçüde bir popülizm çöplüğüne dönüştürülmüştür. Bir hamaset çöplüğüne dönüştürülmüştür. Kültürsüzleştirilmiştir, lümpenleştirilmiştir.
“Vakti Kuşanmak Bu Kadar İlgi Görmemeliydi”
1970’lerden beri farklı mecralarda ve farklı platformlarda yazıyorsunuz. İlk kitabınız olan Firak’ın yayınlanmasının üzerinden 46 yıl geçmiş. Yazmak sizin için ne ifade ediyor?
Yazmak benim için bir sorumluluk ifadesidir. Ben bir profesyonel olmadığımı defaatle söyledim. Böyle bir iddiam yok. Hep sınırlarının farkında olan birisi olarak yazdım. Herhangi bir konunun uzmanı değilim, profesyonel değilim. Kendini aziz ve mükerrem İslam ailesinin sorumlu bir parçası sayan bir Müslüman olarak yazdım. Herhangi bir etnik veya mezhepçi aidiyet lehinde ya da aleyhinde tek cümle dahi yazmadım. Çünkü evrensel insanlık ailesinin de bir parçası olduğumu düşünüyorum. Bütün insanlığın ilgisini çekebileceğini düşündüğüm bir zeminde yazmaya çalıştım. Özellikle İran İslam Devrimi’nden sonra eleştirel bir konumu seçtim.
Burada belirtmek gerekir, benim en çok ilgi gören kitabım Vakti Kuşanmak kitabımdır. En çok ilgi görüyor olmasının nedeni, bir romantizm içeriyor olmasından kaynaklanıyor. Bu, kitabın yazıldığı dönemdeki genel iklimin bir sonucu olarak yansımıştır. Daha sonra ben bu romantizmi, bu teslimiyetçi romantizmi terk ettim. Ama o kitap hala ilgi görmeye devam ediyor. Bu kadar ilgi görmemeliydi diye düşünüyorum.
Eleştirel muhalif konumu seçtiğim günden beri Türkiye’de İslami düşünce, kültür, edebiyat, ilahiyat hayatı tarafından entelektüel anlamda bir karantinaya maruz kaldım. Profesyonellerin kibirli kayıtsızlıklarına maruz kaldım. Bunlar sorun değil çünkü ben bir sorumluluğu yerine getirmek üzere yazıyorum. Büyük sayılara hitap etmek gibi bir problemim yok. Niteliklere hitap etmeye çalışıyorum. Bunun hangi ölçüde karşılığını alıp almadığımı şu anda ölçebilecek durumda değilim. Çünkü içinde yaşadığımız toplumda daha çok nicel, yüzeysel çözümlemeler yapılıyor. Derinliklerle ilgili çözümlemeler yapılamıyor. Ama şunu defaatle söyledim, Türkiye, İslam dünyası için küresel entelektüel hayata katkıda bulunabilecek düşünürler, filozoflar yetiştirememiştir.
- kitabınız olan Varoluşsal Hesaplaşmalar 2024 yılında yayınlandı. Daha önce bunun son kitabınız olacağından bahsetmiştiniz. Farklı mecralarda yazmaya devam edecek misiniz?
Ben şu anda kendimi ölüm kuyruğunda sıra bekleyen birisi olarak görüyorum. Yani daha çok bulunduğum yerden dünya hayatı değil ahiret hayatı görünüyor. Sınırdan öbür tarafı görüyorum. Bu tarafa ilişkin beklentilerimin çok yoğun olmadığını söyleyebilirim. Evet, Varoluşsal Hesaplaşmalar kitabını yayınevine gönderirken bunun son kitap olduğunu söyledim. Ancak halen yazmaya devam ediyorum. İktibas dergisinde, İslami Analiz’de yazmaya devam ediyorum. Allah fırsat verirse eğer, yeni bir kitap da mümkün olabilir diye düşünüyorum.