Şair Ali Ayçil: “Ev bizimle hep gelir. Elbette benim çocukluğum, benimle beraber her yere geliyor. Ben büyük bir kentte bir karmaşa içerisinde bazen çocukluğumun penceresinden baktığım için şaşırdığım ve gerildiğim zamanlar oluyor.”
Litros Sanat’ın bu sayısında Türk şair Ali Ayçil ile konuştuk. Bu röportajımızın motivasyonu hem bilmeyenlere Ali Ayçil’i tanıtmak hem de geçtiğimiz günlerde Türk şairin dikkat çektiği eline feneri alıp ışık tuttuğu konu olan “Türk Şenliği”ni detaylıca kendisinden dinlemek oldu. Ali Ayçil, Twitter’da 52 tweetlik -yaşı kadar- seri ile tıkanmış ve Türk toplumunu bir türlü ileriye götüremeyen bir konuya dikkat çekti. Ayçil aslında boşluğa doğru bir çığlık attı. O çığlığın muhatapları ise gerçekten uzaklaşıp şenliğe gitme konusunda ısrar edenler… Çığlığın boşlukta yankılanması derin ve gürültülü olunca bu duruma sessiz kalamadık. Ali Ayçil ile meselenin özünü konuştuk. Gelin Ali Ayçil’in cevapları ile Türk Şenliği neymiş bir bakalım.
Ali Ayçil kimdir? Kendisini nasıl tanımlıyor?
Aslında çok sık söylenir biliyorsunuz, bir insanın kendisini tarif etmesi çevresini tarif etmesinden zordur. Hatta ölünceye kadar yaşama ne kadar alışırsak alışalım bir soruyu hep merak ederiz: Başkasının gözünde nasıl gözüküyoruz? Tarifimizi biraz da bize başkaları yaptırırlar. O açıdan bakıldığında ben nispeten çekilmez birisiyim. Yani bu çekilmezliğim dostluk anlamında değil daha çok zihinsel olarak çekilmez birisiyim. Üniversitedeki ilk öğrencilik yıllarımdan beri kimin yanında değil de kimin karşısında olmam gerektiğine dair bilincimi kaybetmedim. Yanında olma, karşısında olma durumunu da kendimce büyük oranda adalet duygusu içinde ve dürüstlükle yapmaya çalıştım. Beni şiirde, edebiyatta ve düşüncede istikrarlı bir şekilde diri tutan biraz da bu olmuştur. Çünkü bildiklerimizin anlamı neyi bildiğimiz ile ilgili değil, bildiklerimizle beraber nerede konumlandığımızla ilgili. Bildiklerimizi hayatta gerçek yükü taşıyacak şekilde kullanıp, kullanmadığımızla ilgili. Bir de benimle ilgili sorulan sorularda çoklu yazan birisi olmamdan ötürü “Kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?” gibi bir soru vardır. Çünkü şiir yazıyorum, bir hikâye kitabım var. Hikâye kitabım sevilerek okunuyor hâlâ. Ben bu anlamda kendimi Tanzimat’tan itibaren devam eden şair, kültür adamı tipolojisine uygun buluyorum. Çünkü genel olarak çoklu yazma bizde bir gelenektir. Bugün genç aydınların, şairlerin, yazarların en büyük sorunlarından bir tanesi; çoklu okumaya kapalı olmaları ve disiplinlerarası düşünme yoksunluğu. Biraz da bundan dolayı güçlü muhalif bir alan oluşmuyor Türkiye’de. Çoklu yazmanın zararlarının yanı sıra faydasının da olduğunu düşünüyorum. Çok isteyerek yaptığım bir şey de değildi. Yazma arzumun kendi içinde parçalanmasından doğan bir şeydi. Bir de benim kaderimi paylaşan bütün aydınlar bence yaşamlarının ortasından bir kırmızı çizgi geçmiş gibi taşra-kent yolculuğuna çıktıkları için yıllarca süren bu mekânsal dönüşüm, bu gelenek dönüşümü ve bu yabancılaşma serüvenin bizim için önemli olduğunu düşünüyorum. Bu değişimin ve bu dönüşümün benim yazma serüvenimi belirgin bir şekilde etkilediği kanaatindeyim. Metropolde kendine özgü hayat oluşturmaya çalışan muhtemelen de oluşturan birisine dönüştüm. Aslında özne olan yaşamımızın ana hikâyesi budur. Natural doğadan, parklara yapılmış bir yolculuk.
İnsan her şeyini mekan içerisinde mühürler
“İstersen baştan alalım. İşte dünya şurada, işte sen buradasın. Hangi şehre kahretsen yolun hep ona çıkar.” Kahrettiğiniz ve yolunuzun hep ona çıktığı şehir neresi?
Belki hangi şehir değil bir şehirdir o. İnsan her şeyini mekan içerisine mühürler. Mekan olmadan kolay kolay hatırlayamaz, zincirini kuramaz ve bağlamlarını oluşturamaz. Bu bağlamda ev, mahalle, kent bizim aslında hayat ile kurduğumuz ilişkinin kitabesi gibidir. Ona bakarız ve ondan okuruz her şeyimizi. Aslında bu biraz ironik bir şekilde beni eski çağ şehirlerine de götürüyor. Eski çağ şehirlerinde her şey iri taşlarla duvarlara yazılırdı. Ben bu şehirlere “yazı kent” diyorum. Kitabın şehirden henüz ayrışmadığı ve hatıraların şehrin sütunlarına işlendiği dönemler. Bugün bile arkeolojik kazılarda bazen yazılı taşlar çıkar. Ben hep merak ederim orada ne yazıldığını. Bundan dolayı insanın mekânla ilişkisi insanın hatırlamayla da ilişkisinin bir şartı aslında. “Hatırlıyor musun şu tren garında karşılaşmıştık?” diyoruz yani bir mekân üzerinde hatırlamalarımızı temellendiriyoruz. Bir şeye kahretmek bütünü ile küsmek ve sırtını dönmek anlamına gelmiyor. Galiba kahrettiğimiz şeylerde alttan alta bizi ona bağlayan, içten içe bizi ona yeniden döndürecek duyguyu da taşıyor. Onun için ben kahretmeye bir olumsuzluk değil de bir çaresiz küskünlük bağlamanında yaklaşıyorum. Kahırlı olan kahırlandığı şey ortadan kalktı mı diye de merak eder. Hep oraya dönük bir arzu da vardır. Kahırlı şehir bizden bir şeylerin kaldığı, bize bir teklifin olup olmadığını sorguladığımız bir şehirdir. Daha da ağırını söyleyeyim: bizde bıraktığı yarayı tedavi edip etmeyeceğini merak ettiğimiz bir şehirdir. Ona pansuman arzusu ile geri döneriz. “Kahretmek” bizim dilimizde çok özel kelimelerden bir tanesidir.
Bir yolun ebedi mahkumuyuz
Taşra-şehir geriliminiz sürüyor mu?
Biz bir pencerenin, bir yolun ebedi mahkumuyuzdur. Pencereniz kırlara bakıyorsa ileride olaylara bakışınız farklı olacak, pencereniz küçük bir parka bakıyorsa da başka olacak, pencereniz karşı evin penceresine bakıyorsa bambaşka olacak. Çocukluğumuzun penceresi ebediyen bizim içimizde her şeyi onaylayan, yoksunlaştıran ve de zenginleştiren bir göz olarak devam eder. Bundan dolayı geride kalan bir şey yoktur. Hep bizimle beraber var olan zaman zaman boğazımızı sıkan zaman zaman da ferahlatan bir şeydir çocukluk. Çocukluk da mekânsal olarak tasavvur edilen bir şeydir. Ev bizimle hep gelir. Elbette benim çocukluğum, benimle beraber her yere geliyor. Ben büyük bir kentte bir karmaşa içerisinde bazen çocukluğumun penceresinden baktığım için şaşırdığım ve gerildiğim zamanlar oluyor.
Altını çizdiğinizde kalbinizi sızlatan o satır neydi?
Bu soruya çok dolaylı bir cevap vereceğim. Çünkü sorunun cevabını içeren belleğimde hazır bir satır yok. Benim “Altı Çizilmiş Satırların Güzelliğ” isimli bir denemem var. Aslında altı çizilmiş satırlar üzerine düşündüm. Bir gün 17-19-20 yaşında altını çizdiğim satırlara baktım. Zihinsel yolculuğum ile altını çizdiğim satırlar arasında doğal olarak bir paralellik var. 17 yaşında altını çizdiğim satırlar 50 yaşında beni gülümsetiyor. Bu gülümse küçümseme değil. Şunu söyleyebilirim: benim hayatım altı çizilmiş satırların eklenmesinden oluşan metne benziyor.
Türk Şenliği, küresel şenlikten farklıdır
Geçtiğimiz günlerde Twitter’da 52 tweetlik bir seri yaptınız. Bu seride “Türk Şenliği”nden bahsettiniz. Nedir Türk Şenliği? Edebiyat, sinema, mimari ile ilişkisi ne?
İlk defa burada söyleyeyim. 52 yaşındayım ve 52 tane tweet attım. Kendimce böyle bir şey yaptım. Başlangıçta niyetim yüze kadardı ama sonra insanları da çok bıktırmayayım diye kendi yaşım kadar attım. Şimdi Türk Şenliği kavramını açalım. Ben aslında küresel bir şenliğin zaten içinde olduğumuzu biliyorum. Yani birileri şunu söyleyebilirler; kapitalizm, emperyalizm, dijital kültür ile beraber zaten küresel bir şenliğin içindeyiz. Küresel bir şenliğin içinde bir Türk Şenliği’nden bahsetmenin anlamı nedir? Bu yaklaşım doğru olabilir. Ama ben Türk Şenliği’nin küresel şenlikten farklı yanlarının olduğunu düşünüyorum. Türk Şenliği son yirmi yılda zirve yaptı. Aslında kırk yıldır devam eden bir şenlikleşme süreci var. Şenlik dediğimiz şey; şeylerin, nesnelerin, sözcükleri değeri ve bağlamından koparak tamamen malzemeleştirilmesi ile alakalı bir şeydir. Yani şeylerin doğası ve onları tanımlayan isimler birbirinden kopar. Artık Tanrı eski inanılan Tanrı’ya benzemez hale gelir. Bir piyasa değeri oluşur Tanrı’nın…. İnsanlar onun ismini andıklarında işlerinin daha iyiye gideceğini düşünürler. Tanrı’nın gökten yere indirilmesi, kapitalizmin ana taşıyıcılarından birisi haline getirilmesidir.
Kökeninden koparılmış duygular
İktidar olanaklarından sonra insanlara telkin edilen kavramların tam tersi işlemeye başladı. Burada gösteren ve gösterilen ilişkisi üzerinden bir şeyler söylemek lazım. Doğal olarak biz gösterenin gerçekte kim olduğunu tanımlayamayız. Onu tanımlayabilmemiz için gösteren olmaktan çıkıp gösterilen olmaya dönüşmemiz lazım. Süreç içinde gösteren gösterilene dönüştüğünde biz bu durumu daha kolay tanımlayabilir hale geldik. Bu durum anlamlar dünyasını büyük oranda felce uğrattı. Kökeninden koparılmış duygular gerçekmiş gibi yutturulmaya çalışıldı. Bu “-mış” gibi yapılan yeni bir evrendir. Türk tipi simülasyonun da ilk evresidir. Bir şey artık o değildir ama o gibi gözükmeye başlar. Bu bağlamda bir panayır duygusu da oluşturmak lazım. İnsanların en azından bu durumu çözmemeleri için güçlü bir yanılsama bölgesinin oluşması lazım. Burada tarih devreye giriyor. Bir yandan bugünün teknolojik buluşu, bir yandan Osman Bey’in oğluna söyledikleri, bir yandan Abdülhamit’in Yahudi ile konuşması bir yandan da aslında her şey kendisi olmaktan çıkarıldığı için şenlikte büyük bir tezgah malzemesine dönüşür. Şenlik dediğimiz şey devasa bir tezgahtır. Her şey kökeninden koparılarak egemen bir ses tarafından oraya dizilmiştir. Bizi bu topraklarda bin yıldır diri tutan şey, şeylerle onları temsil eden bağlantının kopmamış olmasıdır. “Aziz Allah” denildiğinde insanlar gerçekten derin bir hürmet duyarlar. Eğer bu toprakların bir geleceği olacaksa şeylerin şenlikleşmemesine bağlı olacaktır. Bir yurtsever olarak Türk coğrafyasında şeylerle o şeyleri temsil eden sözcükler arasındaki uçurumun büyümemesi için mücadele ediyoruz. Yani gerçekten hakikate giderken, gerçekten şenliğe doğru gidenlere isterseniz gelin gerçeğe dönelim diyoruz.
Türkiye kendi modernleşmesini inşa etmeye mecbur
Yeniden Türk Modernleşmesi ne zaman gerçekleşir?
Bu soruyu sorduğunuz için teşekkür ediyorum. Bu önemli bir soru çünkü. Bir şeyleri eleştirdiğiniz zaman insanlar ister istemez “Herkes eleştirilecek bir şeyler buluyor siz de buluyorsunuz” gibi bir çerçeveye oturtuyor bazı eleştirileri. Ben tarihin şu anında bu toplumun ihtiyaç duyduğu şeyin ne olduğu üzerine bir şair ve aydın olarak uzun zamandır düşünüyorum. Kötüye gittiğini düşündüğünüz durumlar varsa neyden dolayı kötüye gittiğini irdelersiniz. Siz bir özne olarak 2022 yılında kültürel ya da politik bir şey düşünmeye başladığınız da bu ırmağa bir yerinden katılıyorsunuz. Türk yerlileşmesi dediğinizde de yüz elli yıllık bir serüveni hesaba katmanız lazım. Geçmiş müktesebatın, geçmiş sevgisinin masaya yatırılması lazım. Genel olarak alafranga-alaturka didişmesini Türk toplumu taşıyamaz hale geldi. Aydın bu tartışmada güçlü kanonik yükün altına da girmiyor. Namık Kemal’den başlayan Ahmet Mithat’tan devam eden bugün Orhan Pamuk’a uzanan devasa bir kültürel bölge var. İlginçtir ki bu çatışmayı yürüten insanların önemli bir kısmı ana kanonik bölgenin kültürel yükünü yüklenmedikleri için zihinsel olarak zayıf kalıyor. Buradan aslında Türkiye’nin 150 yıldır zihinsel olarak zayıf insanlar üzerinden bir çatışma yürüttüğünü söylemek mümkün. Bizim artık bir başka aşamaya geçmemiz lazım. Yerli malzemeyi önemseyen, hesaba katan; Türki Müslümanlığı artık merkezde tutan ve onun bizim koruyuculuğunu üstlenen aksiyona geçmemiz lazım. Burada ezan sesine çok özel bir anlam atfediyorum. Son zamanlarda Arap usulü ezanlar çoğalmaya başladı. Basitmiş gibi gözüküyor ama bence tarihsel bir kırılmadır. Bütün bu süreçleri hesaba katarak Türkiye’nin kendi modernleşmesini inşa etmeye mecbur olduğunu düşünüyorum. Tarih yenilenme arzusu ile dopdoludur. Bir toplum ancak kendisine saygı duyarak tarihin yenilenme arzusuna karşılık verebilir. Bugün yeni Türk Modernleşmesini başlatmak için sayısız insan malzemesine sahibiz. Halkın okullaşma oranı arttı. Herkes en az ortaöğretim mezunu, her ilde üniversiteler var, üniversite eğitimi alan kişi sayısı arttı. Bu insanlara kendileri için düşünmeyi ve aynı anda dünya hakkında düşünmeyi eş zamanlı olarak bir biçimde telkin etmeliyiz. İşte bu yeniden Türk Modernleşmesinin gerçekleşebileceğinin de ilk adımı olur.