Hac, dünya hayatında ölmeden önce her mümine verilen ikinci bir şans. Ruhumuzun derinliklerine, kalbimizin kuytularına bir yolculuk. Yeniden başlamak ve “Eve dön! / Şarkıya dön! Kalbine dön!” diyen şair gibi istikamet üzere yaşama çağrısı… Hem başka hangi destinasyon bizi cennetin kapılarına bu kadar yaklaştırabilir, dünyanın kirinden pasından arındırabilir?
Beden yorulur ama gönül yorgunluğu bambaşka. İşte o zaman ferah bulacak bir yer ararız. Çünkü beton grisi şehir hayatı bütün konforuna rağmen ‘huzur’ vermekten uzak. Bu yüzden şimdilerde sıklıkla ‘kalp, ruh ve beden sağlığı için doğaya kaçın’ önerileri düşüyor sosyal medyada önümüze. Yine de popüler kültür için tüm rotalar ‘turizm sektörü’ne göre dizayn ediliyor. Gerçekte neye ihtiyacımız olduğu, bizi bize götürecek yollar aramakla bulunur, meğer ki rastgele. Halbuki Allah’ın emridir “De ki: “Yeryüzünü dolaşın.” Bu yüzden kimi yolculuklar bilerek ya da bilmeyerek bu emrin yansıması olan bir ‘merak’tan beslenir. Gidilen mesafeler öyle ya da böyle iz bırakır kişisel hikâyemizde.
Hiçlikte huzur bulmak
Bizi bize götürecek yollar ise değişim vadeder. Sözgelimi gittiğiniz yer Mekke ve Medine ise neden sıradan bir yolculuk olmaktan çıkar bu seyahat? Çocukluktan itibaren zihninizde biriken anılar toplamı mı öğretir size bunu yoksa iç dünyanızda bu iki şehri farklı bir kategoriye koyma ihtiyacı mı duyarsınız? Benim açımdan bu yıl Hac vazifemi yerine getirmek üzere bulunduğum Mekke ve Medine görüp göreceğim her yerden farklı olacağını bildiğim kadim ve mukaddes topraklardı.
Nasıl olmasın ki? Başka hangi destinasyon bizi cennetin kapılarına bu kadar yaklaştırabilir, dünyanın kirinden pasından arındırabilir? Kâbe’nin karşısında yüzlerce, binlerce kişinin arasına karışıp okyanusta bir damla olabilmek ama o hiçlikte bütün benliğinle oraya Yaradan’ın misafiri olarak davet edildiğin için şükürle dolmak, orada edeceğin hiçbir duanın geri çevrilmeyeceği inancıyla sığınabileceğin en güçlü limanda bulunduğunu fark etmek, her bir şavtta yeniden ve yeniden sevildiğini hem de çok sevildiğini hissetmek ancak o kapıya yüz sürmekle mümkün.
Yitik cennetin kokusunu duymak
Arkeoloji bilimi nereden, nasıl bakarsan baksın insanlık tarihi tam burada başlamış. Hz. Adem ile Hz. Havva’nın dünyaya indirildikten sonra yeryüzünde buluştuğu ve yana yakıla pişmanlık yaşadıkları, ilk tevbenin kabul edildiği Cebeli Rahme’ye doğru yaklaşırken bir zaman tüneli bizi bin yıllar öncesine doğru çekiyor. Korkularımız, ümitlere tutundukça küçülüyor. Herkes kendi yitiklerini, ayrılıklarını, kavuşmalarını, mahşere bıraktıklarını hatırlayıp aynı âh’ın bir parçası oluyor. Dünyaya düştüğümüz noktada ‘yitik cennet’imizin kokusunu duymayı diliyoruz. Bu yüzden ezber bozan bir yolculuk Mekke ve Medine’ye uzanan.
Ezber bozuyor çünkü konfor alanınızın dışına çıkmanız gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanlığında görev yapan birbirinden kıymetli hocalarımızla sohbet ederken sıklıkla duyuyoruz onlardan bu cümleleri. “Beş yıldızlı otelde her şey dahil bir tatil” konsepti içerisinde idrak etmek mümkün değil bu ibadetin hikmetlerini. Peygamberimizin Mekke’de uzlete çekilip, tefekkür ettiği, Hz. Hatice’nin onu ziyarete gidip yemekler götürdüğü Hira Mağarası’na çıkarken her adımda nefesiniz kesilmeden, dizleriniz titreyip, başınız dönmeden neden Cebrail Aleyhisselam’ın gelip ilk ayeti o mekânda tebliğ ettiğini anlayamazsınız. Ya da Peygamber Efendimizin neden insanlardan uzağa, bu kadar yüksekteki bir mağaraya çekilme ihtiyacı duyduğuna dair tefekkür edemezsiniz.
Uhud’da, Hendek’te o sıcağın yakıcılığı teninize değecek ki sahabe-i kiramın nasıl bir aşkla ‘Anam babam sana feda olsun Ya Resulallah’ diyebildiğini, azın çoğa nasıl bir imanla galip gelebildiğini -anlamak ne mümkün de- anlamaya yaklaşabilesiniz… Kimbilir belki de yıllarca gözyaşı dökerek hasret çeken, binbir meşakkatle ülkeler aşıp Mekke’ye gelenlerin aldığı lezzetle bugün modern imkânlar ile yapılan haccın yaşattığı hissiyat arasında bu yüzden dağlar kadar fark var.
Yürüyüşlerin en güzeli
Kabe’ye doğru olan
Babalarımız, dedelerimizin anlattıkları ile kıyaslandığında son derece ‘kolaylaştırılmış’ bir ortamda yapıyoruz ibadetlerimizi. Belki bu yüzden oteli uzak olanlar Kabe’ye kilometrelerce yürümekten yüksünmüyor. Ayaklarımız Allah’ın evine vardıktan, her bir adımımıza belki bir zikir, bir şükür, bir dua eşlik ettikten sonra yürümek bile bambaşka bir lezzet veriyor. Arafat sonrası Müzdelife’den Mina’ya uzanan yol ise bir yenilenme arzusu ve coşkusu ile akıp gidiyor.
Hayatımız boyunca deniz kenarında, ormanda, kalabalıklar arasında, yağmurda, karda ne çok yürüyüş yapmışızdır. Düşüncelerimiz, duygularımız yön verir kimi zaman yürüyüş ritmimize. Zihnimizde ne çok şey dönüp durur, ayaklarımız kendiliğinden bizi biri yerlere götürürken… Kabe’ye doğru yürürken de durmaz bilinç akışımız. Geride bıraktıklarımız gelir aklımıza, ‘sakın unutma n’olur’ diyerek tembihlenen dualar, geldiğimizden bu yana kalbimizde yer eden o serinlik ve sekinet hâli…
Kelimelere sığmasa da Hac ibadeti ile üzerimize sinen hâlleri anlamak bu muhteşem ibadetin sembol dilini doğru okumakla mümkün. İhrama girildiği andan itibaren konulan sınırlar, tekrarlanan uyarılar, hac boyunca yapılan tavaf, say, vakfeye durma, şeytan taşlama gibi rükünlerin her biri bizi aynaya bakmaya davet eden birer yüzleşme imkânı. Bütün eksiklerimizle, hata ve günahlarımızla, nefsimizde bizi Allah’a yaklaşmaktan alıkoyan bütün arazlarımızla yüzleşir hatta sınanırız. Şeytan taşlarken hedef aldığımız aslında nefsimizin kötülükleri, imanımız ve ibadetlerimiz konusunda bize ayak bağı olan huy ve alışkanlıklarımızdır. Çünkü fıtratımız ‘iyilik’ ve ‘iyi’ olana meyyaldir. Hz. İbrahim, Allah’a verdiği sözü yerine getirmek üzere oğlu İsmail’i kurban etmeye giderken şeytan yoluna çıkıp onu sözünden döndürmeye çalışır. Oysa Hz. İbrahim bedeli ne olursa olsun sözüne sâdık kalmakta kararlıdır. Lanetlenmiş şeytanı taşlar ve yoluna devam eder. Her yıl milyonlarca Müslüman, kendilerini Kalu Bela’da Allah’a verdikleri sözden döndürmek, kulluk yapmaktan alıkoymak için türlü tuzaklar kuran şeytanı ve nefsini karşısına alır. Allah’a verdikleri sözde duracaklarını bir kez daha kararlılıkla tekrarlar.
İşte bu yüzden hac, dünya hayatında ölmeden önce her mümine verilen ikinci bir şans. Ruhumuzun derinliklerine, kalbimizin kuytularına bir yolculuk.
Yeniden başlamak ve “Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!” diyen şair gibi istikamet üzere yaşama çağrısı…