Türk şiirinin büyük ustası Hilmi Yavuz’un bir ‘eylül’ şiiri vardır ki alır beni ‘zaman’ denen o meçhûlün tam ortasına bırakır; büyük bir sır söyler gibi… İşte o şiir:
‘eylül! daha çocukluğumdan
beri size bakardım ben
bir yazın azalmakta olan
sözcüklerinden nasıl da
ansızın dökülürdünüz
bahçelerle ve kül
dolardı içim… eylül!
eylül! kırılgan mevsim!
cam hançeri güzün
dağılırdı kalbimde
birden gecenin ve gündüzün
perdesiyle örtülürdünüz
tenhâyla ve tül
dolardı içim… eylül!
eylül! unuttum sizi
dağ kızarır yol sararırdı
ve ben dönüşlere bakardım
o amanvermez belleğin
paramparça güldüğünüz
aynalarla ve gül
dolardı içim… eylül!’
Daha çocukken bile eylüle bakıyor olmak… ‘Bakmak, uzaklara dokunmaktır.’, bakmak’ın uzaklara dokunmak olduğunun ayırdına varmış olarak… Değil mi ki gülü küle dönüştüren simyacıdır çocuk!
‘Bir yazın azalmakta olan sözcükleri’nden düşülür hayata. Sadece yazın değil, ömrün de sözcükleri azalmaktadır. ‘Bu kaçıncı bahçe gördüm târümâr?’
Kırılgan mevsim. Yani zamanın en incelmiş yeri. Kopsun o ‘zaman’ inceldiği yerden. İşte o dize: ‘cam hançeri güzün/dağılırdı kalbimde’, sırtından çarmıhını eksik etmeyen İsâ gibi, kalbimden eksik etmediğim o dize, o hançer… Tüllerle sarıp sarmalayıp sahibine iade ettiğim o kalp…
Ve dağlar kızarır, yollar sararırken ‘dönüşlere bakmak’. Sonra vedalar… ‘Gittik bahis açmadık dönüşten’ dizesiyle garip bir şekilde birleşen ‘ve ben dönüşlere bakardım’ dizesi. Belleğimin bir oyunu mu bu bana; -‘amanvermez belleğimin’?
Kül, tül ve gül; sadece okunur bu şiirde!
Her şeye ‘eylül’ demenin vaktidir şimdi.
Aynaya dönüşmenin, acı acı gülmenin, ağır üzümleri tatmanın, ‘Tanrım, iki yaz günü daha bağışla’ diye yakarmanın, çınardan el almanın, batan ayın kenarına yazmanın, ‘meleklerin eteklerinden biçilen bulutları’ giymenin…
Çünkü…
‘Nereye baksan hep o düşüş…’
Eylüle zeyl:
Kütüphanemde olan ama günlerce bulamadığım kitaplar var hâlâ. Koyduğum yerde kaybolurlar. ‘Allah’ın koyduğu yerde/ Yıldızlar daima yalnızdır’ diyor ya şair, ben hâlâ olduğum yerde bile yokum. Çünkü öyle diyordu üstat: ‘Bu inciler sen olmasan bende bile yoktur/Oldukları yerde bile.’ Öyle işte.
Oscar Wilde’nin ‘Çırak’ı benim. Senin gözlerinde kendimi seyrettiğim için sen güzelliğini soranlara ‘onu görmedim’ diyeceğim. ‘Len terânî’ demiyor muydu Mevlâm. Musâ dilinin düğümü çözülsün diye dua ediyordu, ben, düğümlensin de susayım diye… Bundandır böyle sık sık nergislerden dem vuruşum.
‘Sana büyük bir sır söyleyeceğim’, sır sensin! Ben aynayım, sır sensin! Aynaya değil, sır’a bak. ‘Çırak’ öyle yaptı. Usta da. Hiçbir şey olamayan da. Sen bu sır’ı kimseye söyleme. Aynaya bakanlar varsın kendilerini görsünler. Sana ‘nerdesin’ diyen sadece benim. Çünkü ayna kendinde olandan gayrıdır. Bir gün kırılırsa bütün benler dağılır; sen kalırsın sadece. Senden başka ne var ki? Ordasın, biliyorum, sır söyle bana, ayna gurbete düştü; sıla kırıldı!