Paul Thomas Anderson’un Magnolia (1999) filmindeki o meşhur gökten yağan “kurbağa yağmuru” sahnesini bu kadar etkileyici yapan neydi? Kurbağa imgesinin bizzat kendisi mi yoksa bu tuhaf yağmurun filmdeki karakterlerin çıkmazlarına doğru bir nihayet makamında -arınma gecesi gibi- yağması mı? Anderson her ne kadar bu sahneyi yazarken İncil’deki hikâyeden habersiz olduğunu söylese de elbette bu sahneyle, İncil’den bir pasajla (Eski Ahit, Mısır’dan Çıkış: 8:2 / Exodus 8:2) kurbağa belasına atıf yapıldığına şüphe yok. Rab, Musa’nın kavmine zulmeden firavunun ülkesine kurbağa yağmuru yağdırmıştır. Bir geçmişin kirinin, geleceğin göğünde temize çekilme hikâyesi. Evet, insan geçmişinden kaçamaz. Ama geçmiş dediğimiz şey, nihayetinde aynı hayata ait hesabı verilmiş bir zaman dilimi değil mi? İnsanın ileriye doğru terk ettiği bir an? Geride bıraktığımızı iddia ettiğimiz zaman, bugün’ü yargılayacak kadar geride kalmamış olabilir mi peki? Pişmanlıklar, haksızlıklar, olmamışlıklar, yalnızlıklar, günahlar, travmalar ve kurbağalar.
Mezkûr filmdeki William Shakespeare’den yapılan “babaların günahları çocukların üstüne kalır,” alıntısının oturduğu bağlamı da geçmişin travmalarıyla hizalandırabiliriz. Ailemizin kim olduğu, bütün varlığımızı “doğrudan” ilgilendirir. O halde baba geçmişin bizzat kendisidir. Çoğu zaman ayağına bağlanmış bir taş gibi taşırsın babanın adını/günahını. Bu yükün ağırlığı altında hayata atılacak yeni/taze adımların her zaman ürkek ve şüpheli. Peki, babanın günahlarını çocuklarının üzerinde soğuk bir damga gibi tutan dünya adil mi, Anderson’a göre değil. Zaten çocuklar bu denklemde masumiyeti temsil ediyorlar. Masum olmaya giden yolun asıl yalnızları onlar. Babaların günahları çocukların sırtına yüklenmemeli. Yani manolyanın yaprakları birer birer açılacak, babasının güven veren gölgesinde sessizce yaşarken, üzerine yine o aynı gölgeden düşen koyu karanlığı tanımak zorunda kalan çocukların savaşı başlayacak. İnsanın kendisiyle yaptığı en çetin savaş budur, yıllarca saklandığın o siperden çıkarak ateş etmeye başlamak, üstelik bir gölgeye, tanıdık bir gölgeye.
Bazı yanlışların geri dönüşü, bazı hataların telafisi olmuyor. Geçmiş, insanın başından aşağıya yağmaya başladığında, geride kalmayan her ne varsa varlığını demir leblebi gibi hissettiriyor. Yutkunmana bile müsaade etmiyor, nefesini kesiyor, ruhunu kafesliyor. İnsan kendi göğünde biriktirdiği günahları, yağmur gibi kafasına yağan ölü kurbağaları gördüğünde hatırlıyor bazen. Geçmiş, bugünün yakasına yapışıp bağırıyor. Bu bir cezalandırma değil, neresinden bakarsan bak görkemli bir arınma. Ama kurbağalardan kurtulmalıyız, göğün sancısını anlayıp, hesabı verilmiş bir geçmişin izinden, lanetli bir kâhin gibi değil telaşsız bir çocuk gibi gitmeliyiz belki de. Varlığıyla yüzleşmeye cesareti olan insanların, kurbağa yağmuru altındayken bile konuşacakları şeyler anlamlıdır. Geçmiş usulüyle geçmezse, kirini üstümüze yağdıran bir gelecek soluklanır kapımızda. Evet, buna razı olmaya hakkımız yok. Şimdi yeniden o sahneye dönebiliriz.