Ebru Sanatçısı Hikmet Barutçugil: “Gelene ek yapmak zorundayız. Gelene ek yapmazsa geriye gidiyoruz. Zaman ilerliyor. Biz aynı yerde durduğumuz zaman ilerleyen zamana göre geride kalıyoruz. Ananevi derdi eskiler. Ben onu da şöyle anlıyorum. An an nev’i yani her an yeni anlamında. Eskiye hiçbir itirazımız yok. Ama onun üstüne bir şeyler ilave etmezsek zanaatkar sınıfında kalıyoruz. Sanatçı sınıfına giremiyoruz.”
Bu sayıda sanatın Üsküdar’daki adreslerinden birinde, Ebristan, İstanbul Ebru Evi’nde Barutçugil ailesinin misafiriyiz. Hem Ebru Sanatçısı Hikmet Barutçugil’le hem de yine sanatçı olan eşi Füsun hanımla gerçekleştirdiğimiz çok keyifli bu röportaja siz okurlarımızı da davet etmekten mutluluk duyuyoruz. Hikmet Barutçugil ile onun ebru ve hat sanatıyla tanışmasına vesile olan hattat Emin Barın’dan başlayarak dünya literatürüne kazandırdığı Barut ebrusuna, gelenek-sanat ilişkisinden ebru sanatının insan-ı kâmil olma noktasında ona kazandırdıklarına kadar birçok meseleyi konuştuk. Füsun Barutçugil ise Ebristan’ın kurulma sürecinden, burayı adeta evi bilen sanatseverlerden Hikmet Beyin onu desteklemesine kadar birçok konuyu anlattı. Hem onların muhabbetine şahit olduk. Hem de sanata nasıl gönül verdiklerini dinledik.
Hikmet Bey ile önce söze başlamak istiyorum. Ebru sanatıyla ilk tanışmanız yanılmıyorsam Hattat Emin Barın ile başlıyor. Nasıl başladı bu hikâye? O zamanlardan bu zamanlara nasıl bir anlamı var sizin için bu sanatın?
Hikmet Barutçugil: Mukadderat beni hiç planlamadığım bir şekilde Güzel Sanatlar Akademisi’ne götürdü. Onun da kısaca hikâyesi şöyle. Bir teyze kızı vardı rahmetli oldu. Abla mimar, baba mimar, bu da iç mimar olmak istiyor. Çocukluktan beri hazırlanıyor bunun için. Ankara’da yaşıyorlardı. İstanbul’a geldi güzel sanatlar sınavı için. Ben onu götürdüm Fındıklı’ya, kayıt için. Okula girer girmez ne güzel bir okul, deniz kıyısında, diye düşündüm. Biraz dolaştım. Birçok sanat atölyesi var. İnsanlar böyle iş kıyafetleriyle, elleriyle çalışıyorlar. Çocukluktan beri elle çalışmayı çok severdim. Ailenin tadilat, tamirat işleri hep bendeydi. Onun üzerine de sınava gireyim dedim. Girdim sınava. Hiçbir beklentim yok. Benim bütün sülalem hukukçu. Rahmetli babam noterdi. Ben de hukukçu olmayı düşünüyorum. Sonra sınavda hiçbir beklentim olmadığı için ciddiye de almadım. Konu da bir cam bardak, diş macunu ve diş fırçasıydı. Bir kompozisyon yapıyoruz. Ben böyle kalkıp dolaşıyorum. İnsanlar ne yapıyor ne ediyor diye. O sırada Devrim Erbil zannediyorum doçentti, o da imtihan heyetindeydi. Bana doğru yürümeye başladı. Kendi kendime dedim ki bu adam beni dışarı atacak. Hakikaten bir İstanbul beyefendisiydi. Daha sonra talebesi oldum iki sene. Çizdiğime baktı. Sizin resim hocanız kim bey kardeşim dedi kibar bir ifadeyle. Ben müzikteydim, resim hocam yoktu dedim. Lütfen biraz sessiz olup devam eder misiniz dedi. Ben hakikaten utandım. Ciddiye almıyorsun ama edebinle otur değil mi? Sonra bitti sınav. Sonuçlar açıklandı gene gittim teyzemin kızıyla. Ben arabada bekliyorum, biraz sonra arabaya geldi ve kapıyı sert biçimde çarptı. Eyvah bu kız herhalde kazanmadı diye düşündüm. Demez mi sen beşincilikle kazanmışsın ben otuz ikinci yedek, diye. O da sonra endüstri tasarımı okudu, güzel işler de yaptı. Böyle bir macerayla başladı. Tabii benim için çok motive edici bir şey oldu.
(Hikmet Barutçugil, Şeyma Subaşı ve Füsun Barutçugil)
Mustafa Düzgünman Hoca küskündü
Öğrenciliğimin ilk yılında Prof. Emin Barın yazı hocamızdı. Ama bize Latin alfabesi yazısı öğretiyordu. Kendisi Arap alfabesinin de ustasıydı. Emin hocam bize eski sanatlara olan ilgisizlikten tatlı tatlı şikâyet ederdi. Hafız Osman’ın meşhur vav hikâyesi gibi menkıbeler anlatır, yönlendirmeye çalışırdı. Hattın bu kadar üst düzey bir sanat olduğunu hocamdan öğrendim. Acaba bu hattı öğrenebilir miyiz? diye hocama sordum. O zaman neye heves ettiğimi anlamam için beni Süleymaniye Kütüphanesi’ne gönderdi. Rahmetli Muammer Ülker o zaman müdürdü galiba. Selamımı söyle seni gezdirsin oralara bir bak doya doya dedi. O hatları incelerken bazılarının zemininde, kenar pervazlarında boyalı bir kâğıt dikkatimi çekti. Döndüm sordum, o ebrudur dedi. O an bir aşk gönlüme düştü. O gün bugündür kendi kendime bu sanatı öğrenmeye çalıştım.
O yıllarda bu sanat öğretilen bir sanat değildi. Kırklı yıllarda rahmetli Necmeddin Okyay o zamanki adıyla Sanayi-i Nefise Mektebi’nde gösteri mahiyetinde bir iki ebru göstermişti. O kadar. Biz ülke olarak batılılaşma hareketleri içinde kendi özümüze yabancılaştırıldık. Kendi kültürümüzü övmek bir kabahatmiş gibi geliyordu. O yıllarda bu işi bilen rahmetli Mustafa Düzgünman idi. O da haklı olarak kırgın ve küskündü. Bir ebru satıyor 25 kuruş. Bir simit 25 kuruş o yıllarda. Buna kim imrenir kim özenir? Böyle bir ders alma imkânı olmayınca ama içimdeki o aşk sönmeyince bu nasıl yapılır diye düşündüm. Elime nasıl bir su nasıl bir boya geçtiyse başladım, tabii bambaşka şeyler çıkıyor. Ne olduklarını ben de anlamadım başlarda. Onun üzerine yeni tarz bir ebru arayışı devam etti. Daha sonra geleneksel ebrunun nasıl yapıldığını yine deneme yanılma yoluyla keşfettim. 17 yıl süren 1999 yılında Renklerin Sonsuzluğu adı ile yayınlanan bir kitap yazdım.
Dünya literatürüne kazandırdığınız “Barut ebrusu”nu keşfetme süreciniz nasıl gerçekleşti? O dönemde sizin hakkınızda yazılan bir makale mi bu tekniğin tanınmasına vesile oldu? “Barut ebrusu” bu yolculukta sizin ilk göz ağrınız, denebilir mi?
Hikmet Barutçugil: Eğer ben bir ustanın rahle-i tedrisine girseydim o kalıplara sıkışıp kalacaktım. Bu arayışlarımda hür olmanın çok büyük bir avantajını gördüm. Çıkan ebruların tabiatta benzer görüntüleri vardı. Londra’daki Royal College Of Art adında bir sanat okulunun hocalarından Prof. Philip King ile tanıştık… Ebrularımı çok beğendi ve beni sergi için davet etti. Sergi sırasında da ebruyu çok iyi bilen bir küratör sergimi ziyaret etti. Kültür ve sanat haberlerinin yer aldığı Time Out adlı bir dergi çıkarıyordu. Orada sergiyle ilgili küçük bir makale yazdı. Çok ilginç bir ebru tekniği var, şeklinde bahsetmiş. Bizim dede soyadımız Barut’tur. O soyadı kullanıyordum. “Barut ebrusu” diye bir cümle kullanmış orada. O isim öylece kaldı. İsim anası olmuş oldu.
Geleneksel sanatlar olarak bilinen ebru sanatında denediğiniz yeni teknikler aslında geleneği özümseyip üzerine bir şeyler ekleyebilmenin sonucu, diye düşünüyorum. Gelenek-sanat ilişkisi noktasında söylemek istedikleriniz olur mu peki? Siz bir sanatçı olarak, hatta geleneksel sanatlarımızdan ebru sanatının duayen bir ismi olarak geleneğe nasıl bakıyorsunuz?
Hikmet Barutçugil: Bakın ne güzel söylediniz. Gelene ek yapmak zorundayız. Gelene ek yapmazsa geriye gidiyoruz. Zaman ilerliyor. Biz aynı yerde durduğumuz zaman ilerleyen zamana göre geride kalıyoruz. Ananevi derdi eskiler. Ben onu da şöyle anlıyorum. An an nev’i yani her an yeni anlamında. Eskiye hiçbir itirazımız yok. Ama onun üstüne bir şeyler ilave etmezsek zanaatkar sınıfında kalıyoruz. Sanatçı sınıfına giremiyoruz. Çünkü sanat bir bilim gibi, sürekli gelişiyor. Zevkler, renkler, tavırlar, desenler, duygular değişiyor.
Batılı gözüyle baktığımızda işin özünü kavrayamadık
Bu çağın bir sanatkârı olarak bu çağ hakkında neler düşünüyorsunuz? Sözü şuraya da getirmek istiyorum: Ebru sanatının sizi insan-ı kâmil olma noktasında ne şekilde etkilediği söylenebilir?
Hikmet Barutçugil: Bak güzel kızım çok güzel bir şey söyledin. Şimdi bütün sanatlar için geçerli ama bu sanatın hem zahiri (görünen) hem batıni (görünmeyen) tarafı var. Biz daha çok görünmeyen tarafıyla ilgileniyoruz ki bütün İslam sanatlarının özünde o var. İslam sanatları Batı sanatlarıyla ayrı ayrı estetik değerler üzerine kurulu. Asla aynı kefeye koyamayız. Bizler, Batılı gözüyle bizim sanatlarımıza baktığımızda zorlandık, işin özünü kavrayamadık. İslam sanatlarının özünde İlahi güzellik arayışı vardır. Ahilik diye bir muhteşem bir teşkilat var. Önce insan diyor orada. Bu insan nasıl bir insan? 124 altın kuralı var. Zanaatkâr ne yer, nasıl yaşar? Gıybet eder mi? Emanetine saygılı mı? Küçüklerine sevgili mi?… Kısaca bir insan-ı kâmil profili çıkıyor. Son maddelerinden biri de şu: Eli biraz işe yatkın mı? İcazetin kuralları da bu. Rahmetli Ahmet Yüksel Özemre’den biz çok feyz aldık. Ebruyu da çok iyi bilen biri. Mustafa Düzgünman ile çocukluk arkadaşı. O bize eski ustaların yaptığı bir ebru duası intikal ettirdi. O dua aslında İslam sanatlarının evrensel prensibi gibi. Hakikaten bir hayat duası sanki. Duayı sizlerle paylaşmak istiyorum: “Bismillâhirrahmânirrrahiym. İlâhî, yâ Rabbî! Ezel’deki Hükmü’ne uygun olarak bu teknede zuhûr edecek olan nakışların, Hilkat’inin nakışlarında meknûz olan Hikmet’ini idrâkden âciz olan bu fakîrin nefsini teshîr edip de enâniyyetini azdırmasına izin verme! Nefsimi, Senin gibi bir Hâlık olma vehminden de, bu vehmin tevlîd edeceği bir şirk-i hafîden de, hubb-i riyâsetten de koru, yâ Hafîz! Fakîri “Lâ Fâile İllâllâh” sırrının edebiyle teçhiz et! Bu tekne başındaki mesâiyi Senin zikrinle taltîf, ve sana olan kulluğumun bir nişânesi olarak kabûl et! Destûr yâ Hakk!” Kendiniz aradan çıkıyorsunuz, Yaradan’a teslim oluyorsunuz. Son cümleyi de eğer gerçekten hissederek söylüyorsanız işte o yaptığınız ibadet gibi, Allah’la bir olma duygusudur.
Bana cesaret verdiği için ona çok şey borçluyum
Bu anlamlı duayı bizlerle ve okurlarımızla paylaştığınız için çok teşekkür ediyorum. Bir söyleşinizde yine ebru sanatı vesilesiyle keşfettiğiniz Efsun çiçeğinin hikâyesinden bahsediyorsunuz. Bu ismi eşinize ithafen koyduğunuzu söylemişsiniz orada. Daha fazla bekletmeden sözü Füsun Hanıma getirmek istiyorum böylece. Hikmet Bey ile nasıl tanıştınız? Onun hakkında bir eş olarak bir sanatçı olarak bir yaren olarak neler söylemek istersiniz?
Füsun Barutçugil: 1984 yılında bir fuarda tanıştık. Ben de işletme eğitimi almıştım. Babamla tekstilde çalışırken bir fuara katılmak istedik. Bir arkadaşım bir arkadaşımı gördü ve sarıldı. Onlar sınıf arkadaşıymış akademiden. O fuar süresince sık sık bizim standa geldi. Çok yakın arkadaşlarmış ama araya zaman girince görüşememişler. Ondan sonra çok kısa bir süre belki bir iki görüşmemiz oldu. Bunlar galiba tesadüf ya da tevafuk diyelim. İnsanın hayatını paylaşacağı kişiyi uzun süre tanıması gerekir gibi düşünürdüm. Ancak görür görmez insanın içine bu benim kaderim diye düşmesi tevafukun varlığını o zaman hissettirdi bana. Çok şükür otuz dokuzuncu senemize girdik.
Peki sizin sanatla olan irtibatınız nasıl? Bildiğim kadarıyla ebrunun yanı sıra tezhip sanatıyla da meşgulsünüz. Bir sabretme işi hatta gönüllü bir sabretme işi midir sanat?
Füsun Barutçugil: Hikmet Bey benim sabrımı keşfetti. Beni sanata yönlendirdiği, cesaret verdiği için ona bir insan olarak çok şey borçluyum. En azından onu anlamam için de bir olanak yarattı. Tezhip sanatını çok sevdim. Ardından Hasan Çelebi Hocam beni kabul etti. Şimdi hat üzerinde daha çok zaman geçiriyorum.
Ebristan herkese yuva
Ebristan’ın kurulma sürecinde büyük emekleriniz olduğunu düşünüyorum. Bu mekân nasıl kuruldu ve bir sanat merkezi haline geldi, bize anlatabilir misiniz?
Füsun Barutçugil: Boyumuzu aşar gibi geliyordu. Bazı yerlerde artık olsun bu hayal gerçekleşsin dediğimiz yerlerde bazı parasal sıkıntılar çıktı. Üzülme daha iyisi olur, demişti o zamanlar Hikmet Bey. Gerçekten bu herkesin kendince düstur edinmesi gereken bir şey. Böyle bir yerin olacağını hiç hayal edemezdik. Bir şekilde kader önümüze çıkardı. Gerçekten çok çalıştı Hikmet Bey. Onun buranın her köşesinde emeği var. Arkasında biraz destek olabildiysem ne mutlu bana. Bu günleri görünce iyi ki olmuş diyorum. Burası bir yuva gibi herkese.
Ben de sözü tam buraya getirecektim. Burada aynı zamanda çok sıcak, samimi bir ortam söz konusu. Bu sanatla iştigal edenler burayı adeta evi bilmiş gibi. Buradaki ortam ve tabir yerindeyse Ebristan’ın muhipleri hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz? Ebristan’ın kapısı tüm sanatseverlere açıktır, demeli mi?
Füsun Barutçugil: Aslında hep onu söylüyorum. Buraya gelenin yüzünde hep bir gülümseme, rahatlık görüyorum. Ben de onlarla mutlu oluyorum. Zaman içinde onların çocukları oldu. O çocuklar dahi burayı evi biliyorlar. Burada bir duvar kullandık. Gelen çocukların boylarını ölçerdim oyun olsun diye. Şimdi koşarak geliyorlar. Onların büyüdüklerini görmek, bir çocuğun buraya severek gelmesi çok anlamlı geliyor bana. Herkes burayı baba evi olarak biliyor. Böyle bir kazancımız oldu.
Hiç bilmediğimiz biri sanatla şifa bulacak
Bu röportajı aslında gerçekleştirdiğiniz son sergilerden biri olan Hikmet-i Dağıstan sergisi esnasında planladık. Ancak gerçekleştirmek bugüne kısmet oldu. Serginin ziyaret süresi bitmiş oldu. Tabii sizin yepyeni projeler içinde olduğunuzu tahmin ediyorum. Ufukta hangi projeler ya da sergiler söz konusu?
Hikmet Barutçugil: Birçok projeyi aynı anda yürütüyoruz. Şu anda elimizde birkaç proje var. Bunları söylemeyelim sürpriz olsun. Aynı zamanda geçenlerde Bağcılar’daki Hikmet Barutçugil Güzel Sanatlar Lisesi öğrencileriyle bir çalışma yaptık. Öğrenciler ebrular verdim. Üzerine resim yaptılar. Bir müzayede düzenledik. Bir konteyner hediye ettik Malatya’daki depremzedelere. Karşılıksız bir şey yapmak insanı mutlu ediyor. Çocuklar da bunu yaşadılar. Biz de mutlu olduk. Bundan önce de sanayi odası girişimiyle konteynerlerin içine insanların moralleri düzelsin diye yaklaşık 250-260 kadar ebrular ve resimler koyduk. Bunlarla ilgili de bir psikologdan yardım aldık. Şu renkler daha iyi, ya da şu resimleri kullanmayın diye bizi yönlendirdi. Hiç bilmediğimiz biri belki o an o ebruya bakarak şifa bulacak ya da acılarını unutacak. Bu bana çok önemli geliyor.