GÖLGELERİMİZDEN YONTTUĞUMUZ BÜSTLER

5 dakikada okunur

Güneşin batışına yakın ışıklar ne kadar eğik gelirse gölge o kadar uzun olur. Gölgesi ne kadar uzun olursa eşyanın gerçek boyutuyla arası o kadar açılır. Güneşin tepede olduğu, günün en aydınlık saati ise gölge boyunun en fazla kısaldığı, eşyanın aslına en çok yaklaştığı saattir. İnsanlık tarihinin güneşin en parlak ve ortalığın en aydınlık döneminde olmadığımız kesin. Her şeyin ve herkesin gölgelerinin giderek uzadığı, eşyadan çok gölgelerin yontulup eşyayı taklit ettiği değişik bir dönemdeyiz. Düşünürlerin ve gelecekçilerin bize haber verdiği yerdeyiz. Bir gün herkes ünlü oldu ya da bir günlüğüne herkes ünlü oldu. Sosyal medya bu durumun en çok desteklendiği yerlerden biri. Kendini görünür kılma çağındayız. Dünya küresel bir köy oldu. Dedikodu kazanları artık bir kapı önü ya da bir kahve odası yerine uluslararası etkileşimi olan sohbet odalarında kaynıyor. Sosyal medyada kısmen başkalarından haberdar olmak için bulunsak da çoğunlukla başkalarını kendimizden haberdar etmek için oradayız. 

Kısacası artık gölgelerimizin boyu, gerçek boyumuzu fazlasıyla aştı. Hepimiz kendimizden, o gerçek varlığımızdan çok gölgelerimize dikkat kesildik. Hepimiz gölgelerimizden büstler yontuyoruz. Sonra o gölge büstün taş ya da kaya gibi sağlam olduğu yanılgısına kapılıyoruz. Her işin oluşma aşaması, neticesinden çok daha fazla konuşuluyor. Çok daha fazla tartışılıyor, öne çıkıyor. Ortaya konulması gereken işin aslına verilmesi gereken değer geri planda kalıyor. Algımız gölgelerden yonttuğumuz büstlere göre şekilleniyor. Örneğin yeni bir binanın estetiği, özelliklerinden çok mimarın yaratım sancısını konuşuyoruz. O kişinin mimar olmaya nasıl karar verdiği, binayı yaparken neler hissettiği üzerinde o yapının taşıdığı niteliklerden daha fazla duruyoruz. Sanatçının yaratım sancısını dinlemekten herkes yoruldu. O sancının şiddetini dinlemekten ziyade sonucunu görmek ya da dinlemek istiyor insanlar. Farkında olmaksızın asıldan uzaklaşıp gölgelere yönelişimiz her geçen gün bizi uyuşturuyor. 

Herkesin asıldan uzaklaşıp gölgeleri tartışıp yücelttiği bir ortamda konuşmalarımız da birebir kişilere dönük olmaktan uzaklaşıyor. Sürekli tiribünlere hitap eden tavırlar takınıyoruz. Kimsenin bir kulübesi, evi, yuvası yok. Herkesin bir tiribünü var. Dolayısıyla bir tiribünde herkes ayağa kalkıp diğerlerine hitap ettiğinde kim kimi ne kadar duyabilirse insanlar birbirini o kadar duyabiliyor. İnziva insanının yerini tiribünde olup kendini inzivada zanneden insan aldı. Gerçekte hayatta yüz yüzeyken arkadaşlarımıza, yakınlarımıza onları kırmamak için söylemekten imtina edeceğimiz şeyleri storylerimizde/hikayelerimizde çekinmeden, büyük bir unutkanlık ve şuursuzluk içinde paylaşabiliyoruz. Hikaye, hiç bu kadar hikaye-siz olmamıştı. Empati kurma yeteneğimizi giderek kaybederken daha büyük tirübünlerin daha yalnız bireylerine dönüşüyoruz. Daha çok bağırma ihtiyacı duyuyoruz. Dolayısıyla yücelttiğimizin gölgesinde kalıyoruz. Sesimiz kısılıyor ama duyan yok. Belki de kendi sesimizi kendimiz bile duymuyoruz.  

Önceki Yazı

Zencef, Abuzambak ve Ebu Parola’nın dostluk macerası

Sonraki Yazı

Bir Zanzibar Senaryosu

Son Yazılar