Benim sivil sanatçılarım Celal Sılay’a, Fikret Ürgüp’e ithafla
Sıcak bir ağustos günü Eskişehir’e giden hızlı trene bindim. Alnımdaki ter kaşımın arasından gözümün içine akınca gözüm yandı. İple bağladığım saçlarım, boğazı kesik bir tişört, kışın giydiğim eşofmanımı diz kapaklarından keserek yaptığım şort, yanımdan eksik etmediğim heybeye benzer, renkli çantam, parmak arası terliğim ve elimde santurumla trendeki yerime otururken etraftakiler bana “Acaba bu ne biçim bir insan türüdür?” dercesine garip gözlerle bakıyorlardı. Bazıları kendi aralarında “Saçındaki iplere, tişörtüne bak hele!” diye konuşuyorlardı. Alışmıştım artık bu duruma. Zaten böyle görünerek insanların değişik bir şeyler görmesini istiyordum. Tabii başlarda sinirleniyordum tepkilere ama sonrasında keyif almaya bile başladım. Aynı şekilde, köye gittiğimde de herkes bana gülüyordu. Hatta köyden çıktıktan sonra köylüler bir ay boyunca hakkımda konuşuyorlardı. Bunda anamın da payı var tabii. Bir saç kınam eksikmiş gibi saçıma kına da yakınca köyde tam dedikodu malzemesi olmuştum.
Sahi, ben neden Eskişehir’e gidiyordum? Tabii ki yine beden eğitimi öğretmeni olan ev sahibim kafamı şişirmişti. Evin kapısına geldiğinde kendisinden önce pahalı eşofmanı konuşan ev sahibim. Öğretmen elini ve bedenini hareket ettirince toslayan ve tıslayan zengin eşofmanın sesine tahammül edemiyordum. Kira günü okuluna gitmeden önce kapıma gelirdi. Dün akşam yine geldi, “İki gün geçti, hâlen kirayı ödemedin. Zihnimizi boş yere kirayı düşünerek yormak istemiyorum. Yoga yapmak zorunda kalıyorum.” diyerek gitti. Kapıyı kapattıktan sonra sesli bir şekilde “Tüküreyim senin zihnine de yogana da!” dedim ve kendi kendime güldüm.
Bir an evvel para bulmalıydım. Ankara’da uzun süredir santur çaldığım insanlar çalgımın sesine aşina olmuşlardı ama Eskişehir’de öyle değildi durumlar. Şehir merkezindeki Doktorlar Caddesi’nde santur çaldığımda bilet parası dışında en az iki yüz elli TL para kalıyordu bana. Santur kılıfı bozukluk doluyordu. Akşama kadar çalarsam daha fazlasını toplardım hatta. Bendeki paraya ekleyince kirayı da ödemiş olurdum. Bunu düşününce mutlu oldum. Hemen Tolga Çandar’dan Eskişehir Türküsü’nü dinledim.
Sabah ilk trene bilet almıştım. Akşam da son trenle dönecektim. Dönüş biletimi de almıştım. Sokaktaki bozukluklar için Tebriz’den aldığım heybeye benzer renkli çantamdan Ece Ayhan’ın Sivil Denemeler kitabını çıkardım. Ece Ayhan’ı çok seviyordum. Biraz da yaşadığı sefil ve yoksul hayata karşı, tokat atar gibi şiirler yazdığı için seviyordum. Behçet Necatigil’den yaptığı alıntı tam da beni anlatıyordu: “Bence bir şiir ilk kıtasında bitmiştir.” Şiir yazmaya çalışıyordum, ama bunu herkesten saklıyordum. Ama ilk mısraı bir türlü yazamıyordum. Şiiri yazıp bitirsem bile ilk mısraı beğenmiyordum, olmuyordu. Bu sefer cd çalarıma Barış Güney’in albümünü takıp “Düşlere Yolculuk” adlı bestesini dinlerken kirden beyaz kapağı simsiyah olan defterimi çıkarıp bir şeyler yazmaya başladım.
Dinlediğim müzik eşliğinde yazdıklarımı okuyup düzeltmeye çalıştım. Bir anda tükenen her nefesimizle ölüme daha yakınlaştığımızı anımsadım ve gözlerimi kapatarak daldım düşüncelere. Birinin omzuma vurduğunu hissettim. Ödüm koptu, Azrail geldi sandım çünkü. Aniden irkildim, meğer yan taraftaki teyze omzuma vuruyormuş. Bir anda rüyadan uyanır gibi oldum. Teyze bana içli köfte uzatıyordu “Yavrum ben seni sokakta görüyorum, güzelce çalıyorsun, al içli köfte ye!” dedi.
İçli köfteyi yerken yazdığımın şiir olmadığının da farkına vardım.
Tren Eskişehir’e varınca gara yakın olan bir yerde kavurmalı tost yedim. Sabah saat onda başladım çalmaya. Doktorlar Caddesi’nde, akşam beni Ankara’ya götürecek olan tren perona yanaşana kadar santur çaldım. Bunca kalabalık içinde santur çalarken ne kadar yalnız ve çaresiz olduğumu düşündüm. Kiramı ödemek için Eskişehir’e gelmiştim. Bir an zavallı hissettim kendimi. Oturduğum yerde vücudumdan dökülen terlerin çizdiği bir ülke haritası bırakarak toplandım. Trenin kalkmasına yirmi beş dakika vardı. Hemen muhteşem döner yapan Donas’a gidip dönerimi yedim. Trene bindim, Ece Ayhan okumaya devam ettim. Ece Ayhan, İlhan Usmanbaş’tan bahsederken onun için “en büyük sivillerden birisi” diyor. Ve sivil kelimesini Shakespeare’in saatler süren oyunlarını ayakta izleyenleri kastettiğini belirtiyor. Bir an düşündüm. O zaman ben sivillerin de müzisyeniyim. Çünkü beni dinleyen herkes ayakta dinliyor.
Gece evime gelir gelmez duş aldım ve uyudum. Rüyamda dünyanın en büyük orkestrasını dinliyordum, kendimden geçmiştim. Arada baykuş sesi duyar gibi oluyordum. Orkestrayı sessizce dinleyen insanların arasında bir anda bağırarak “Lan şu baykuşu susturun!” diyerek uyandım. Meğer kapı çalıyormuş. Benden önce bu evde oturan ev sahibim zil sesini baykuş sesi yapmış. Kapıyı açıp karşımda ev sahibimi görünce zil sesini neden baykuş sesi yaptığını anladım. “Kirayı tamamladım Zülküf bey, buyurun.” dedim. Bana garip garip baktı. Ellerini hareket ettirdikçe eşofmanının iğrenç sesini duymak zorunda kalıyordum. Elindeki içi bozukluk ve beş TL kâğıt para dolu poşete baktı. “Nasıl yani?” diye sorunca ben de poşeti işaret ederek titrek bir tebessümle, “Para yani” dedim.