Güzel sevgilinin; Dedem Korkut’un diyarı 

12 dakikada okunur

Doğduğumuz topraklarla aramızda büyülü bir bağ vardır fakat hayat yolculuğumuzun ilk yıllarında bunu fark etmeyiz. Yeryüzünde gezer dolaşır, yuva kurar düzen sağlar, bir yere ait olduğumuzu hissederiz belki de sonunda. Her şey yolundadır ve rutin yaşam, hepimizi sadık müritlerine dönüştürmüşken ansızın bir çağrı duyarız uzaklardan. Ne olduğunu bilmeyiz, sadece gitmek zorunda hissederiz kendimizi çünkü doğduğumuz topraklar bizi geri çağırmaktadır.

Üç aylıkken ayrıldığım toprakların çağrısını gerçek anlamda geçen sene duydum. Aralıklarla gidip gelsem de tam manasıyla değilmiş seslenişi. Çünkü beni her geri gönderişinde kendisini uzaklarda hatırlatmak için büyük bir çaba sarf etmedi hiçbir zaman. Nitekim alışmakla kutsanmış ya da lanetlenmiş insanoğlunun başına gelenler benim de başıma geldi her seferinde. Kalıcı evime döndüm ve o şehrin döngüsü kısa sürede beni içine alıp kendi dışındaki dünyayı unutturdu.

Yine de kolay olmadı çünkü bütün geri dönüşler sancılıdır. Daimî olarak yaşadığımız yerden birçok eksiği olmasına rağmen geçici olarak bulunduğumuz yere alışırız. Tenha bir şehirden İstanbul girdabına dönmek, sanki yaş ilerledikçe zorlayıcı bir sınava dönüşmeye başlamıştı ancak bunu kendime dahi itiraf etmemiştim hiçbir zaman.

Doğduğum şehir, vefalı bir sevgilidir. Ne onu hatırlamayışıma kızdı ne de daha sık görmeye gelmeyişime. O kendi zaman çizgisinde akarken ben de uzakta ruhsal yolumu takip ediyordum ama gün geldi işler değişti çünkü vefalı da olsa sevgili, sevgiliydi ve sonunda çağrısına itaat etmekten başka çare bırakmadı bana. Ve onca sene sessiz kalışını, beni bir senede beş kez çağırmakla cezalandırdı sanki.

Sadece çağırmakla kalmadı. Bir gün ansızın kendisiyle ilgili bir roman yazma fikrini düşürdü aklıma. Sanırım aramızdaki bağın sonsuza kadar perçinlenmesini istedi. Ve ben sokaklarında dolaştıkça, annemin anlattıklarını hatırladıkça, bir zamanlar hayatla dolup taşan evlerin metruk hâle geldiğini gördükçe ve geçmişten bir ruh kırıntısı yakaladıkça Bayburt kendini bilmediğim bir şekilde açıyordu bana.

Fakat sadece bu değil bizi birbirimize bağlayan sebepler. Şehirlerle kurulan bağların belki de en önemli sebebi, orada sevdiklerimizin yaşıyor olmasıdır. Benim göremediğim bir zamanı, uzakta oluşumdan dolayı yaşayamadığım bir dönemi onların şahitlikleriyle tamamlamak, şehrin tarihini zihnimde bütüncül bir hâle getiriyor. Onu yakından tanımak, hayatımda gitgide kalıcı bir yer elde etmesini sağlıyor.

Doğduğum topraklar Dede Korkut’un diyarıdır da. Hikâyelerin ve Türk destanının izlerine her yerde rastlanır çünkü görklü atam, buralarda boy boylayıp soy soylamıştır. Bamsı Beyrek’in yolu buradan geçtiği içindir ki dedemin adı Bey Böyrek olmuştur. Kalesiyle, efsaneleriyle ama hep Türk kimliğiyle ayakta duran şehir, aynı anda iki istilaya uğramıştır. Rus ve Ermeni işgaliyle yerli halkın bir kısmı seferberliğe çıkarken bir kısmı evlerinden ayrılmamıştır. Kop Dağı’nda verilen istiklal mücadelesiyle, Taş Han’daki katliamla, kurtuluşu müjdeleyen efsaneleriyle hayatıma giren bu şehir, hep benimle yürüyecek.

Her insanın ama özellikle de yazan herkesin doğduğu topraklara bir vefa borcu olduğunu söylerim öğrencilerime. O şehirde yaşamamış olsak dahi varlığımızın önemli bir bileşenidir orası. Genlerimize işleyen kodları vardır fakat ortaya çıkmak için hiç acele etmezler. Bazen yavaş yavaş bazen de birden kendini ifşa ederler. O zaman yapabileceğimiz bir şey kalmaz. Yola çıkıp oraya varmak olur tek hedefimiz.

Üç aylıkken buradan ayrıldığım için şehre dair hiçbir anıya sahip değildim. Onun hakkında ilk bilgi aktaranım annem oldu. Gurbete gidenler, şehirlerini bir mücevher gibi saklarlar koyunlarında. Annem de öyle yaptı çünkü hatıralarına tutundukça gurbete katlanmak biraz daha kolay olmuştu onun için. Kadim kıssa geleneğinin izleriyle anlattı şehrini bize hep, yani her zaman bir hikâyenin başka bir kısmını. Zihnimde birbirinden bağımsız hikâyelere, yarım kalmış gizli sevdalara, seferberliğe çıkan çocuklara, kavuşamayan âşıklara, ansızın gelen ayrılık ve ölümlere dair birçok malzeme birikiyordu. Ve ben çocuk zihnimle anlatılan hikâyelere mekân, kişilere yüz hayal ediyordum.

Hayalin, gerçekten her zaman üstün ve zengin olduğunu, on üç yaşımda şehre geldiğimde gördüm. Dedeme ait aile evi kullanılıyordu o vakitler. İki katıyla, selamlık denen bölümüyle, geniş ve her zaman serin olan mutfağıyla, küçük ahşap pencereleriyle hayalimdeki gibiydi ancak o evi gözümde kutsal bir kimliğe kavuşturan ne dedem ne anneannem vardı. Bugün o ev tamamen terk edilmiş olsa da asırların anısıyla hâlâ canlıdır. Yıkılmaya yüz tutan duvarlarına çocuk kahkahaları, zikir sesleri, gazellerin nağmeleri sindiğinden ayakta kalmak için direniyor. Bir ev üzerinden koca bir dönemi takip etmek, müthiş bir tecrübe.

Şehrin hafızası korunur

Bir yerlerde ve evlerde yaşam yeni başlıyorken bazılarında çoktan bitmiştir. Dünya hayatının bir oyun ve bir oyalanma olduğunu en iyi bu evler hatırlatır insana. Yokuştan, daha doğrusu Şingâh Mahallesi’nden aşağı yürürken gözlerini yaşamaya kapatan bu evleri geri getirmek mümkün değil, biliyorum ama hatıralarını bir araya getirmek mümkün. Unutmak istediğimizden yeryüzünde her şeyin geçici olduğu bize sürekli hatırlatılmalı. Şehrin hafızası bu şekilde korunur. Ayrıca bu şekilde ne demin ne de gamın baki olduğunu bir kez daha görürüz. 

Ahmet Haşim’in “Her seyyah, muvakkat bir şairdir,” sözleri zihnimde yankılanırken şehri dolaşıyorum. Sessizliğe gömülmüş evlerin önünden geçerken acele etmiyorum. Ne kadar uzun süre onlara bakarsam o kadar çok hayal kapısı açılıyor gözümde. Körüklü arabalar yanaşıyor evlerin önüne, kadınlar ipek çarşafları ve podösüet ayakkabıları içerisinde gezmeye gidiyor, çeşmelerden su taşınıyor, bohçacılar köşe başında ağır yükleriyle ortaya çıkıyor. Satış yapmaktan daha büyük bir mutlulukları var; şehrin eşrafına ait evlerde ağırlanmak ve toplanan havadisleri kıymetli birer eşya gibi satabilmek.

Dünya bütün kadim şehirleri ele geçiriyor. Taş evler apartmanlarla takas ediliyor; bahçeler araba garajlarıyla; mutluluklar kaygılarla… Ancak muhabbeti satın almak için hiç kimsenin kıymetli eşyası yok. Aklımda Dedem Korkut’un duasıyla, gözümde kaybolmadan kurtarılmayı bekleyen maziyle ve gönlümde solmayan büyük bir sevgiyle sokakları kâh bir seyyah kâh bir flanör gibi dolaşıyorum. Kale, koruyucu bir el gibi başımın üstünde yükselirken hatıralarını fısıldıyor taş ve toprak. 

Doğduğum şehir vefalı bir sevgilidir. Ben ona yaklaştıkça o bana bütün sırlarını açar.

 

Önceki Yazı

Tuvalinde seyahate çıkan ressam: Yalçın Gökçebağ

Sonraki Yazı

Gezi merak; seyahat deneyim arzusudur

Son Yazılar