Ensar Altay: “Meleklerin Koruyucusu ile sevginin insana can verebileceğini öğrendim. Kodokushi’de ise insanlığın varacağı noktaya dair gördüğüm birtakım işaretler tüylerimi ürpertti.”
ABD’de çektiği Guardian Of Angels (Meleklerin Koruyucusu) adlı belgeseli ile dikkatleri çeken yönetmen Ensar Altay, yine TRT World yapımcılığında gerçekleştirdiği yeni belgeseli Kodokushi ile 9.Boğaziçi Film Festivali’nde seyirci karşısına çıktı. Yönettiği belgesellerle yurt içi ve yurt dışı festivallerde alkış alan Ensar Altay’la ölüm ve yaşam arasında gidip gelen filmleri üzerine konuştuk.
Her seferinde ölüm çıkıyor karşıma
Her iki belgeselinizde de modern zamanlarda yaşanan ölümler var. Ölümle derdiniz nedir?
İnsanların en çok meşgul oldukları konulardan birisidir, ölüm. Hele bir de metafizik duyarlılığı güçlü insanların en esaslı esin kaynağıdır. Hatta bu duyarlılığı besleyen yaşam belirtisidir diyebilirim. Aslında sanırım uğraştığım temel mesele ölüm değil, hayat. Hayatın en büyük parçası olarak her seferinde ölüm çıkıyor karşıma. Herkesin hayatında olduğu gibi.
Dünyanın iki farklı coğrafyasında doğu ve batıda farklı kültür ve inanç kökenlerinden gelen insanların ölüme yaklaşımı arasında ne tür farklar gördünüz?
Hiçbir şey. Her milletin kendine özgü karakteristik özellikleri var evet ama özünde insanlar korkunç derecede birbirine benziyor. Hatta sınırların gereksizliğini savunanların bu benzerliği göz önünde bulundurmadıkları kanaatindeyim. Öyle ki sınırlar arasındaki mesafelerin insanların ürkütücü düzeyde birbirine benzemesini bir ölçüde telafi ettiğini düşünüyorum. Her şeyin tek tonda olduğu bir dünya insanlığa ait bir dünya olmayacaktır.
Kodokushi’nin yapım süreci nasıl gerçekleşti?
Kodokushi Japonca’da yalnız ölmeyi ve bir süre bulunamamayı ifade eden bir kavram. Kodokushi kavramını ilk olarak New York Times’ın bir makalesinde gördüm. ‘Japonya’da bir jenerasyon yalnız ölümle karşı karşıya’ diye. Bu makale bana Yasujiro Ozu’nun “Tokyo Hikâyesi” filmini hatırlattı. O filmde Ozu, modern yaşam biçiminin insanları yalnızlığa götürdüğünü söylüyordu. 1953 yapımı bir film. Bundan yaklaşık 60 yıl önce yalnız kalma durumunun bir ileri aşamaya taşınması ve yalnız ölüme sebep olmaya başlaması beni çok etkiledi. Ozu’nun vizyonu ile ortak bir vizyona sahip olmak da beni heyecanlandırdı işin aslı.
Detaylarını inceleyip konunun üzerine biraz daha gidince daha çarpıcı detaylar çıktı ortaya. Örneğin sadece Tokyo’da 40-45 civarında sadece “yalnız ölüm” temizliği yapan şirket varmış. Bunun üzerine filmi yapmaya karar verdik. Bu fikri önce TRT World Genel Yayın Yönetmeni Serdar Karagöz Bey ile paylaştım. Onun da onayı ve samimi desteğiyle işe koyulduk. Kürşat Üresin’in bir önceki projede olduğu gibi hem kamerası hem de çabasıyla Kodokushi filmini hayata geçirmemizde çok büyük katkısı oldu. Küçük ama özverili bir ekiple çektik filmi. Uzun süre karakterlerimizi takip edip hikâyemizi çıkardık.
Kimse rol yapmıyor herkes kendi olarak filmde
Doküdrama olması özel bir tercih miydi?
Sinema genel olarak bir ifade biçimi. Bunu belgesel veya kurmaca diye ayırmak pek anlamlı gelmiyor bana. İzleyicilerimiz filmimizin belgesel mi kurmaca mı olduğu konusunda kafaları karışmalarının sebebi, her şeyin gerçek olduğu bir hikâyeyi sabırla ve sinemasal bir bakış açısıyla takip ediyor olmamızdır diye düşünüyorum. Kimse rol yapmıyor herkes kendi hayatı, yaşadıklarıyla her şeyden öte kendi olarak var filmimizde. Bunun da son derece iyi bir sinema duygusu oluşturduğunu düşünüyorum. Sinema, sinemadır ve Kodokushi, kurmaca dışı bir sinema filmi. Kategoriye sokma çabalarıyla da çok ilgilenmiyorum, doğruyu söylemek gerekirse.
İnsanlığın gidişatı adına ürkütücü bir geleceğin habercisi
Modern birey için yalnızlık özgürlük gibi sunuluyor. Kodokushi bu denklemin neresinde duruyor?
Özgürlük herhangi bir koşulla sınırlanmama, zorlamaya, kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma durumunu ifade ediyor. İnsanlığın birlikte yaşama tecrübesi işin içine girdiğinde bu kavramın sınırları daralıyor. Bu daralmayı belirlemek için de hukuk var. Bu haliyle insanoğlu toplumsal düzeni kurmayı fevkalade başardı. Bunun en gelişkin örneğidir bence Japon toplumu. Fakat bir de insanın iç dünyasında kendine çizmesi gereken sınırlar var. Bu sınırları oluşturan yasalar değil, insanların bizzat kendileridir. Modern yaşam biçimini benimsemiş insanların bu bağlamda çok ciddi sorunları olduğunu düşünüyorum. Nitekim Kodokushi bunun acı bir sonucudur. Bu sadece Japon toplumu için değil insanlığın gidişatı adına ürkütücü bir geleceğin habercisi. Japonya’nın bununla daha erken yüzleşmesinin sebebi dünyadan 20-30 yıl ilerde yaşıyor olmalarıdır.
ABD’de çektiğiniz Guardian of Angels (Meleklerin Koruyucusu) size neler hissettirmişti ve izleyende nasıl bir karşılığı oldu? Aynı şekilde Kodokushi yönetmen olarak sizi nereden nereye taşıdı, seyircinin tepkisi ne oluyor film bittiğinde?
Nietzsche’nin dediği gibi ‘uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar.’ Her iki filme de ifade ettiği anlama da uzun süre baktığım için ister istemez dünyaya bakış açınızda bazı dönüşümler oluyor. Bunu tek bir cümlede toparlamak zor. En basit haliyle ifade etmem gerekirse sanırım Meleklerin Koruyucusu ile sevginin insana can verebileceğini öğrendim. “Kodokushi”de ise insanlığın varacağı noktaya dair birtakım işaretler tüylerimi ürpertiyor diyebilirim.
Belgeselci olarak nasıl bir anlatım dilini tercih ediyorsunuz? Gerçekle ilişkinizi nasıl kuruyorsunuz ve koruyorsunuz?
Bu aslında hayatla kurduğum ilişki ve onun anlatıma dönüşmesi. Her şey o kadar gerçek ki kaçacak yer bulamıyorum. Bu yüzden kaçmamaya ve hayatın akışı içindeki küçük detayların derinliğini yakalamaya çalışıyorum.
Hikâye anlatı kurgusu var
Filmde kurgusal olarak yer verdiğiniz kısımlar var. Kurguyu ekleme tercihinizin sebebi neydi?Kurgusal olaraktan kastınız olmayan bir şeyi senaryoya yazıp oraya yerleştirmekse hikâyede o yok. Karakterlerin kendi hikâyelerinin takipçisi ve gözlemcisi olduk. Bu gözlemciliğimiz esnasında sadece daha iyi bir filme dönüşeceğine inandığımız kısımları filmin içerisine aldık. Onu bir hikâye anlatısında kurguladık. Kurgusal kısımlardan kasttettiğiniz olmayan şeylerse öyle bir durum yok. Fakat bir kurgu diyorsanız, evet bir hikâye anlatı kurgusu var. Bu hikâye anlatı kurgusuda çok uzun zaman karakterlerle vakit geçirip yaptığımız uzun çekimler sonrasında hikâyeyi iyi anlatacak parçaları filme koyduk. Bu anlamda bir kurgu var.
İyiliği yaymış olmanın haklı gururu
“Kodokushi” ulusal ve uluslararası birçok festivale katıldı. Festivaller arasında seyircilerden gelen sizi şaşırtan, hala unutamadığınız yorumlar var mıdır? Varsa bizimle paylaşır mısınız?
Bir tane çok unutamadığım ve memnun kaldığım bir anım oldu. Camerimage Film Festivali’ndeydik. Sinema dünyasının birbirinden kıymetli isimleriyle filmimizi izliyorduk. Şimdi hatırlamıyorum ama siması çok tanıdık olan bir oyuncu hanımefendi ben sahnedeyken bana “Yalnız ölümler ve modern yalnızlıkların sizce çözümü ne?” sorusu sorulmuştu. Ben de “Bunun çözümünün ne olduğunu ben bilmiyorum. Fakat bunu bulmak da benim işim mi? Zannetmiyorum. Bir yönetmen olarak benim görevim insanın geleceğindeki muhtemel bir duruma dair soruyu sormaktı. Bu çözümünde bir sosyal politikayla, devletle değil her bir insanın kendi hayatıyla bir çözüm bulabileceğini” belirtmiştim. Yani izleyici sayısı kadar çözüm yolu vardır diye bağlamıştım. Hanımefendi “Bunun çözümü insanların bir araya gelmesinde değil. Bunun çözümü insanlara bu soruyu sordurmakta” şeklinde bir yorumda bulunmuştu. Açıkçası Hollywood filmlerinde yer almış hanımefendiden bu yorumu beklemiyordum. Parlak ışıklar altında olan bir oyuncu bana “Filmi izledikten sonra anne ve babamı ne kadar ihmal ettiğimi kendime sordum. Çözümün ne olduğunu da kendimce buldum. Dolayısıyla bunun çözümü dediğiniz gibi herkesin kendi içerisinde.” demişti. Bir Hollywood yıldızının böyle bir tepki vermesi işin aslı filmin amacına ulaştığı hissini uyandırdı bende. İyiliği yaymış olmanın haklı gururunu yaşadım diyebilirim. Bu benim için çok güzel bir andı. Nitekim Joe Wright’da oradan “Allright” diyerek alkışlamaya başlamıştı. Bu benim için çok güzel bir andı. Birbirinden ünlü sinemacıların bir arada olduğu bir yerde filmimin amacına hizmet ettiğini işin yıldızlarından duymak çok mutlu etmişti.
Festivallerin yönetmenler, yapımcılar, sinemaseverler için önemini ve etkisini nasıl görüyorsunuz?
Festivaller bir iş alanı değil, sanatçıların sanatlarını sergileme alanı olması gerekir. Fakat çok güçlü bir prestij alanına dönüştüğü için oranında kendine göre ilginç kodları oluştu. O kodlara göre hareket eden bir endüstri var. O alanda başarılı olmak istiyorsanız o kodları doğru takip etmeniz gerekiyor. Filminizi doğru bir şekilde gösterecek doğru kanallara ulaşmanız gerekiyor. Tabii her şeyden önce iyi film yapmanız gerekiyor. Fakat festivaller olmadan da nasıl bir sinema olur, emin değilim. Sinemanın çok iyi olacağını düşünmüyorum. Bunu festival alanlarının çok temiz olduğunu düşünerek söylemiyorum. Kendinizce bir şey deniyorsunuz ve bu belli bir kitleyi ilgilendirmeyen bir konu oluyor. Sizin bunu pazarlayabilme şansınız çok sınırlı. Çünkü geliri yeterli olmayacak. Satayım deseniz nasıl yapacaksınız belli değil. Bu arada iyi bir filmciyseniz iyi de satamazsınız. Dolayısıyla insanların sanatlarını doğru alanda sergileyip ilgilileri tarafından karşılığının görülmesi çok kıymetli. Nitekim ben son 5-6 yılda çıkan iyi filmleri festivallerde izledim. Geri kalanlar daha çok para kazanmak için yapılan filmlerdi. Sanatınızı geliştirmek istiyorsanız iyi örneklerle de vakit geçirmeniz gerekiyor. Dediğim gibi en iyi örnekleri festivallerde görüyoruz. Festivaller bu açıdan çok kıymetli.
Netflix, Disney Plus, Mubi vb. birçok platform sinema dünyasının merkezine doğru gidiyor. Siz dijital platformlarım hem üretim hem de izleyici tarafına nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz?
Filmler, diziler ve sektör dijital platformların yükselmesiyle başka bir noktaya evriliyor. Muhtemelen bu noktada herkesin tahmin ettiği gibi içeriklere daha kolay ulaşabileceğiniz, evinizde sinema konforunda film izleyebileceğiniz ve bunu daha ucuza yapabileceğiniz bir yere doğru evriliyor. Dediğiniz doğru. Fakat değişmeyecek olan bir şey var. O da hikâye anlatıcılığı. Hikâye anlatma ve insanların hikâye dinleme ihtiyacı hiçbir zaman değişmeyecek. Dolayısıyla bu platformunun zemininin değişiyor olması bu hikâye anlatıcılığı değişiyor anlamına gelmiyor. Kırk yıl önceki bir filmin dokusu, duygusu bugünde aynı muhtemelen yarında aynı olacak. Dijital platformların yükselişi sinema salonları için bir dezavantaj. Sinema salonlarınında kendini değiştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Farklı deneyim tecrübeleri vermeniz gerekiyor izleyiciyi cezbedebilsin. İleride dijital platformlar her yeri kaplayacak. Sinema salonlarına ne olacak kestiremiyorum. Muhtemelen başka bir noktaya doğru evrilir. Kapanma ihtimali de var ama ben kapanacağını düşünmüyorum. Kapanmasa bile izleyiciye farklı bir deneyim sunması gerekiyor ki yaşayabilsin.
Belgesel kendimi bulduğum alan
“Meleklerin Koruyucusu”, “Kodokushi” döküdrama üzerinden gidiyorsunuz. Bir sonraki projeniz yeni bir belgesel midir yoksa kurmaca mıdır? Konusu nedir?
Belgesel kendimi bulduğum bir alan. İyi bir sinemacının da iyi bir belgeselci olması gerektiğine inanıyorum. Belgesel yapmaya devam ederim ama şu anda bir belgesel gerçekçiliğini aratmayacak yine sosyal meselelere dair dram gerilim türünde bir film yapacağım. “Kanto”nun hikâyesini şöyle özetleyeyim: Karlı bir gece vakti kendisini izole eden yaşlı bir kadını ailesi dahil herkes aramaktan vazgeçiyor. Onu arayan ve ölmesini dileyen bir kişi var. O da gelini. Gelini ondan nefret ediyor. Koca şehirde nefret besleyen olsa dahi o kadına dair duygu besleyen tek kişi. Bu nefret duygusu yaşlı kadın için bir umuda dönüşüyor. Çünkü nefret edilmek yok sayılmaktan daha iyidir fikri üzerinden hareket ediyorum. Türkiye’deki adı konmamaış “izolasyona” dair bir film yapıyorum. Ebeveynlerin yalnız yaşaması üzerine kurulu filmin çekim takvimi henüz belli değil. Halen yapım aşamasındayız. Senaryosunu aşağı yukarı bitirdik. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan desteğini aldık. TRT desteğini de aldık gibi.