Her çeviride birikimlerimden bir şey katıyorum

/
17 dakikada okunur

Çevirmen Zeynep Özel: “Çeviri yaparken kendimi dinlediğimde tam bir sütanne gibi hissettiğimi fark etmiştim. Çünkü o çocuğu/eseri ben doğurmadım ama benim etimden birikimden ona bir şeyler katıyorum.”

İdrisîlerin Evi” Gazale Alizade tarafından yazıldı. Dünya romanlarıyla yarışırcasına güçlü bir girişle açılıyor roman: “Kaos bir evde birdenbire ortaya çıkmaz; ahşap oymalar, nevresim kıvrımları, panjurlar ve perde pileleri arasında usulca birikerek, kapıdan esip gelen bir rüzgârla savrulmayı bekleyen tozlar gibi pusuda bekler.” Roman yazımında belirli isimlere alışan göz hemen bir liste çıkarır: Emily Brontë, Djuna Barnes, Sylvia Plath, Colette, Marina Tsvetaeva, Virginia Woolf vs. Fakat çevirmen Zeynep Özel okuma reflekslerinin dışında, bir fotoğraf ve hayatın tesirinde kalarak keşfettiği İranlı yazar Gazale’yi okurların dikkatine sunuyor. Kadın kahramanları güçlü, üslubu etkileyici bu romanı; İran, intihar, yazarların ruh akrabalığı özelinde çevirmen Zeynep Özel ile konuştuk

Şair Miyo Vestrini’s “The first suicide is unique,” diyor. Gazale Alizade’de bir mayıs ayında intihar ediyor. Bugün bu kadınlara bizi çeken şey nedir? Neden bir ölümün yasını tutuyoruz hala? 

 2017 yılında bir “İran Öykü Antolojisi” hazırlığına giriştiğimde, taradığım onlarca yazar arasında keşfettim Gazale’yi. Hüznü ağır basan gözleri, Sorbonne’da felsefe doktorası yaparken Mevlânâ ve İşrâki felsefe çalışmış olması, hayatının en verimli döneminde kendini İran’ın kuzeyinde bir ormana asması ve veda mektubu… Gerçekten çok güzel bir kadın olması dışında çok anlamlı bir yüzü vardı fotoğraflarında. Bu kadar güzel, zeki, varlıklı, eğitimli bir kadın niçin hep üzgündü? Bedensel konforu ruhen hissedememiş, gül yaprağı kadar narin bir ruh. “Gazâle hepimize birer tokat atarak çekip gitti.” Soruyu benim Gazâle ile olan ilişkim bağlamında ele alacak olursak hala bu tokatın etkisini yüzümde hissettiğimi söyleyebilirim. “İdrisîlerin Evi”ni çevirirken zirveye ulaşan, Gazâle’nin roman boyunca “Nereye gidiyorsun, kendinden mi kaçıyorsun? Gökyüzü her yerde aynı renk” bağlamındaki (adeta kendisine olan) telkinleri ve hayata tutunma temalarını okudukça da etkisi hiç geçmeyecek bir ize dönüşen o etki.

( Zeynep Özel ve Tuba Kaplan )

Gazale’yi Füruğ Feruhzad ve Sylvia Plath üçgeninde yazdınız ama benim zihnim Ingeborg Bachmann’a gitti hep. Bu iki huzursuz ruh, birbirlerine değiyor, uzaklaşıyor, yeniden bir araya geliyor ve kopuyor gibiydi bende. Bachmann’a göre yaşam “korkunç bir incinme.” Zihnimizden bu tüm ruhlarla ortak bağ kurmaya çeken şey nedir?

Gazale de “incinmiş bir deha” olarak anılır. Bachmann’ın felsefeye ilgisi, şairliği ve yarım kalmış romanına bakacak olursak Gazale ile benzerlikleri çok. Sylvia’ya gelecek olursak o da Gazale gibi anne baba sevgisinden yoksun büyümüş, Sylvia’da Gazale gibi aslında kendinden daha yeteneksiz ama ünlü olan bir şairle evli (Gazâle Bijan Elahi, Sylvia ise Ted Hudges ile), hak edilmeyen ünün getirdiği şımarık erkek özensizliği ve Gazale ile Sylvia’nın başarısız onca denemeden sonra arda kalanlara attığı o tokat…

Modernist bir yazarın kendi hayat ve kurgusundan bu varoluşunu manevi boyutuyla araması dikkat çekiyor. Gazale’nin de o arayışın mistik yönünü kendimizi yakın buluyoruz. Gazale’yi tetikleyen ve özüne çeken yazarlar acaba kimdir?

Kurgu olarak, devrim eleştirisi anlamında George Orwell’ın “Hayvan Çiftliği”nden esinlenmiş Gazale “İdrisîlerin Evi”nde. Ama çok daha özenli, derin ve katman katman bir kurgu kurmuş. Zaten “Yirmi yılın en iyi kurmaca ödülü” alışı da bundan. Gazale’nin bilinç akışı tekniği etkisindeki üslubuna bakacak olursak Proust’u da ne kadar içselleştirdiğini görebiliriz. Gazâle zengin Fars kültürünün hâkim olduğu bir evde büyürken Batı edebiyatı sanatı, felsefesi ve sinemasına olan ilgisi sebebiyle de eserleri boyunca bize sık sık duygusal jet laglar yaşatır. Romanın kahramanlarından Lega, Liszt’in Rhapsodies’lerini çalarken birden Rûmî ya da Sâ’dî’den bir beyitle çarpılıp Yunus kıssasının derin bir yorumunda kaybolabilirsiniz. Ama Çağdaş İran edebiyatının ilk yazarı kabul edilen Sîmîn Danîşver’e veda mektubunda selam gönderecek kadar olan hayranlığını da anmalıyız.

Gazale Alizade mayıs ayında intihar ediyor. Onu da anmış oluyoruz bu röportajı mayıs ayında yaparak.  O intihar mektubunda nasıl bir Gazale var?

Gazale hayatı boyunca kurtulamadığı depresyonunun ve yakalandığı kanserin getirdiği acılarla, daha önce deneyip başaramadığı iki intihar girişiminin ardından artık dayanamayarak İran’ın kuzeyinde bir ormanda kendini asıyor. Belki hastalığının getirdiği acılar bu kadar yıpratıcı olmasaydı, “İdrisîlerin Evi”nde verdiği telkinlerle hayata gene tutunmayı başarabilirdi. Ama başaramıyor ve bıraktığı veda mektubu da ne kadar yorgun olduğunu şöyle dile getiriyor: “Ve Sizlere… Sevgili Rıza Beraheni, sevgili Huşeng Golşiri ve Mansur Kuşan, sizlere bitmemiş yazılarımı emanet ediyorum sevgili dostlarım. Saat bir buçuk ve kendimi çok yorgun hissediyorum, artık gitmeliyim… Lütfen yazdıklarımın heder olmasına izin vermeyin ve mümkünse onları yayımlayın. Onları yakın demiyorum, kimseden nefret de etmiyorum. Sevgi için yazdım… (Ama artık) istemiyorum, yalnız ve yorgunum, bu yüzden gidiyorum. Artık takatim kalmadı…”

“İdrisîlerin Evi”ni trans halinde yazıyor

Gazale Alizade’nin annesinden kopuşu nasıl oluyor?

Füruğ Ferruhzâd’ın oğlunun yıllar sonra, ihmalleri sebebiyle annesine kırgınlığını okuduğumda şöyle düşünmüştüm: “Biz Füruğ’un ‘Geometriyi delice seven bir öğrenci gibi yalnızım’ dizesini okuyup efkârlanırken küçük bir çocuk bu dize olmuş.” Tubacım sen de şair bir anne olarak bu dengeyi kurmaya çalışıyorsun mesela öyle gözlemliyorum. Böyle tanıdığım çok şair, yazar, sanatçı anne baba var. Bunun bir yolu olmalı. Gazale de burada Füruğ’un oğlunun yaşadığını yaşamış. Gazale’nin annesi o dönem ünlü bir şair ve edebiyat mahfillerinin aranan yüzü. Ama kızına karşı uzak, mesafeli. Gazale’nin Hüseyin diye hayali bir karakteri vardı küçükken. O kadar yalnız ki gözlerini bağlayıp Hüseyin’den dinliyormuşçasına hikâyeler anlatıyor evdeki yardımcıya, trans haline geçiyor bir nevi. “İdrisîlerin Evi”ni de böyle yazıyor.

Şair olmak, yazar olmak, çeviri yapmak, metinlerarası akraba zihinleri kazımak bizde yaşama dair açılım yapar ve bir arayışın, hikayenin, bir varoluşun parçası oluruz? Çevirmen Zeynep Özel nasıl bir varoluşun parçası?

Çevirdiğim yazarların dünyasında gezinmeyi, öylece geçip gitmeden sınırlı da olsa o metinlere bir katkı sunmuş olmayı seviyorum. Küçük yaşlarda dikkatimi çekti çevirmenler. Dipnotlar çok ilgimi çekerdi o dipnotları özenle okurdum.

Çeviriyi biraz şiire benzetiyorum çünkü şair kelimelerin kudretine aşina bir sesle kendi sesini bozmayı dener. Hakikati kendinin keşfetmeyeceğinin bilincinde, başka bir benle kendini bulur. Yorucu değil mi?

Çeviri yaparken kendimi dinlediğimde tam bir sütanne gibi hissettiğimi fark etmiştim. Çünkü o çocuğu/eseri ben doğurmadım ama benim etimden birikimden ona bir şeyler katıyorum. Ve o metin sonrasında da bir parçam olarak kalıyor, başarısına seviniyorum falan.

Batılı olsaydı kıymeti bilinirdi

Dil yerinde, üslup özgün, olay örgüsü orijinal, kurgu sağlam, karakterler sahici, ayrıntıcılık had safhada, ince işçilik göz alıcı. Dünya romanları gibi, çok büyük bir başlangıç cümlesiyle açılıyor. Karşımızda tam anlamıyla bir kurmaca şaheseri, bir “büyük roman”. Gazale “batılı” olsaydı ne olurdu?

Daha çok kıymeti bilinebilirdi belki. İngilizceye çevriliyor gerçi ve ilgi görüyor. Daha hayattayken BBC Farsi hayatı ile ilgili bir belgesel hazırlıyor. Vefatından sonra İran’da da ses getiren bir belgesel yapılıyor hakkında. Erken ayrılıyor aramızdan daha kırklı yaşlarında ama onca eser bırakmış, üretken ve güçlü bir yazar Gazâle.

Romanı feminist teori üzerinden bir cinsiyete indirgemeden, karakterlerin konumlanışı olarak nasıl incelersiniz?

Kitapta devrimi yapan grubun başındaki kişi Şevket bir kadın karakter. Roxana bir tiyatro sanatçısı ama şöhretini yakaladığı süreçte yaşadıkları ile çok güzel bir yüzleşmesi var, modern insanı bir halkanın etrafında dönüp duran kurulmuş bir oyuncak bebek gibi görüyor mesela. Kadını da erkeği de gücüyle ve zaafıyla derinlemesine ve hakkaniyetli bir biçimde ele alıyor bu anlamda.

Romanda devrimci gençlerden Borzo evin kütüphanesini yakarken bana Körleşme’deki Kien’i hatırlattı. Vurucu bir sahne. Chul Han öz “sömürü”den bahsediyor ve sömürülen sömürdüğü için devrim ihtimali kapanmıştır. Lega ise başka bir dönüşüm geçiriyor. Kitaptaki karakterlerin devrimdeki dönüşümüne ne dersiniz?

Normalde kütüphanenin yakılma sahnesinde dehşete kapılmıştım. Ama sabırlı okuyucu ikinci bölüme geldiği zaman Gazale ona tüm karakterler hakkında derin bir analiz şöleni sunuyor ve orada yakma eyleminin Borzo için nasıl bir arka planı olduğunu görüp her şeyi yeniden değerlendiriyorsunuz. Tüm karakterler için böyle. Lega benim de kahramanım. Aslında en başında çok itici gelmişti Lega. Topuk taşına olan fobisi, eve bir erkek girdiğinde ortalığı yıkması… Dünya güzeli kuzenlerin, yeğenlerin yaşadığı bir mâlikanede, iri yapılı, takıntıları olan bir kız Lega. Ama devrimcilerin mâlikaneye taşınması, herkese eşit koşullarda iş dağılımı yapılması en çok Lega’ya yarıyor. İlk kez işe yaradığını, piyano çalmak dışında da insanların aklına gelebileceğini fark ederek güzel bir dönüşüm yaşıyor. Devrimin iyi bir yönünü gördük çok ilginç bir şey o eşitlenmez sınıf farkı o evdeki hanım eşitlenmesini farkı Lega’ya yaradı. 

 

Önceki Yazı

Nehirden sanata Filistin görünecek

Sonraki Yazı

Filistinli ve Türk çocuklar Esenler’de barışın sesi oldu

Son Yazılar