Hicaz Peşrev

7 dakikada okunur

Erol Akyavaş, dinlenmek için gittiği dağ köyünde, gece, rüyâsında kendini bir vav olarak gördü. Sonsuzca uzayıp gidiyormuş hissi veren bir çöldeydi. Susuzdu. Dudakları çatlamıştı. Güneş tepedeydi, ateş gibi yakıyordu; kum ısınmıştı, ayakları çıplaktı, yanıyordu. Kumla güneş arasındaki zayıf bedeninde kalbi, bir geyiğin kesik boynu gibi kanıyordu. Birden fırtına çıktı. Tuhaf bir şekilde mavi gökyüzü bulutlarla kaplandı, yağmur yağmağa başladı. Yanan ayakları, çatlamış dudağı ve kanayan yarası yağmurla yıkanınca yatıştı, canlandı; gözleri delici bakışlarla, rahmetin derinliklerine doğru baktı. Bir şey yaklaşıyordu. Yaklaştıkça belirginleşti. Bir yüzdü bu. Alnında vav yazıyordu. Ağzını görüyordu yüzün. O da vav şeklindeydi. “Çık buradan, İstanbul’a git. Çamlıca’da Âşık Hüseyin’i bul. Nasibin ondadır” dedi. Uyandı. Bir anlam veremedi. Âşık Hüseyin de kimdi? Çamlıca’da böyle bir kişi mi vardı? Tanımıyordu. Hiç duymamıştı. “Allah Allah…” diyerek meraklandı. Mutfağa gitti. Filtre kahve yaptı. Fincanı alıp taraçaya çıktı. Uzayan çam ormanlarına, ardı sıra uzayan dağlara, üzerindeki parça parça bulutlara bakarak daldı. Gözlerine uyku bindi. Gelip yatağa girdi. Rüyanın devamını görüyordu. Yine aynı yerdeydi. Vava benzeyen ağız, bu defa daha sert bir tonla, “yahu ne duruyorsun! Gitsene İstanbul’a. Bir an evvel onu bul!” diyordu. Uyandı. Karısı mutfakta yemek hazırlıyordu. Anlatınca, “son günlerde okuduğun kitapların etkisiyledir” dedi. O günü yarı sarhoş geçirdi. Karısının sorularını cevapsız bıraktı, anlamsız bakışlarla baktı, bir şey yiyemedi, bitkin bir halde uyudu. Sabah gün doğmadan uyandı, karısına not yazdı. Aceleyle çıktı. Öğleden sonra ilçeden otobüse bindi. Gecenin ileri bir saatinde İstanbul’daki evine ulaşabildi. Sabahı zor etti. Doğruca Beyazıt’a, Sahaflar Çarşısı’na gitti. Muzaffer Efendi dükkândaydı. Görünce, “gel bakalım!” diye seslendi, “şu rüyanı anlat.”
Şaşırdı. Dükkânda birileri vardı. Yanına oturup fısıltıyla anlattı. Muzaffer Efendi,
“Epeydir yapman icap edip de ihmal ettiğin bir şey var. Onu yapman emrediliyor” dedi.
Ne olabilirdi ki! Yapması gerekip de yapmadığı ne vardı? Düşündü düşündü bulamadı.
“Peki efendim” deyip çıktı. Eve gelince posta kutusunda, Amerika’daki sergi davetini buldu. Unutmuştu. Bir ay sonra sergi için Amerika’ya gitti. Orada Muzaffer Efendi’nin dervişi olan bir ahbabıyla karşılaştı. Hoşbeşten sonra adam, “Efendim, selam söyledi, emredileni yapıp yapmadığını sordu” dedi. Ne diyeceğini bilemedi. Kaldığı yere döndü. Ne yapacağını bilse, işi kolaylaşacaktı. Çaresizlik içinde kıvranıyordu. Sergi açılışından sonra İstanbul’a döndü.
Günler sonra, bir gece kanepede otururken, elindeki baba yadigârı tesbihe baktı, birden şimşek çaktı. Babasının adı Hüseyin’di. Adını, Şahkulu’nun o zamanki postnişini Âşık Hüseyin koymuştu. Bu tesbihi de armağan olarak başucuna bırakmıştı. “Tabi ya…” diye ünledi. Karısı şaşırdı, “yokbişey” diye geçiştirdi. Rüyayı, on Muharrem’de görmüştü.
Cânı verip cânânı bulmanın, O’na kurban olmanın resmini nasıl yapacaktı? İzleyen günlerin birinde, yine elinde o tesbih derin bir dalgınlığın pençesindeyken gönlüne düştü. Çizmeyecekti. Eni, boyu ve derinliği dört metre olan bir küp tasarlayacaktı. Küpü delip geçen ve sonsuza giden bir çizgi… Çizgi bir yerde kıvrılacak, vava yani insanın saf ve pür haline dönüşecekti. Vav, altıydı. İki vav yan yana gelince altmışaltı olacaktı. Ama küp, somut bir malzemeden olmayacaktı. Işık huzmesinden yapılacaktı. Lazer denilen, yoğunlaştırılmış ışık, küçük prizmalarla yansıyarak bir küp çizecek, iki vav yapacak sonra gökyüzünde kaybolacaktı. Bu, açık havada olmalıydı. Kalkıp fizik profesörü dostunu aradı. Dostu, telefonda, “Galata mevlevîhânesine git. Rusuhî Dedenin bendelerinden Ganem Dedenin kabri vardır, hemen ayakucunda. Onu ziyaret et. Benim için de niyaz et, selamımı söyle. O, sana bütün hikâyeyi anlatacaktır” dedi.

 

Önceki Yazı

Türkiye’nin ses kralı: Yaşar Özel

Sonraki Yazı

YILMAZ BİR DİL VE KÜLTÜR SAVAŞÇISI: D. MEHMET DOĞAN

Son Yazılar