Hikâye peşinde yolculuklar 

/
27 dakikada okunur

Seyyah Abdullah Kibritçi: “Hikâye peşinde yolculuklar yapıyorum, diye tanımlardım eskiden kendimi. Şimdi o tanım da garip geliyor bana. Bir rüyanın, bir hayalin içinden geçer gibiyim. Yolculuklar iyi geliyor, insan duruluyor. Durulmanın peşinde gibiyim. Yine de yolculukların bana bir şeyler öğrettiğini hissediyorum. Seninkine benzemeyen başka anlayışlar, kavrayışlar, düşünme biçimleri, örfler, adetler, kültürler içinden geçip giderken, sivri yanların törpüleniyor.”

Yazar, yönetmen ve seyyah Abdullah Kibritçi için dünyanın en ücra, en ıssız yerlerine sadece bir sırt çantasıyla yolculuk yapan günümüzün Evliya Çelebi’lerinden biridir diyebiliriz. Gezmeye kendi sokağından başlamış ve gün geçtikçe turistlerin ayak basmadığı yerlere gitmek onda bir tutku ve aşka dönüşmüş. Seyahat ederken çektiği fotoğraflarla hayatımız boyunca belki hiç karşılaşmayacağımız insanların gülüşlerine tanıklık ediyor ve yazdığı “Katmandu’ya Yol Arkadaşı Aranıyor”  kitabıyla da adeta kendisiyle bir yolculuğa çıkıyormuş gibi hissediyorsunuz. Biz de kendisiyle Litros Sanat’ın 60. Seyahat Özel Sayısı için Üsküdar’da bir araya geldik. Seyahat etmenin ondan nasıl bir tutkuya dönüştüğünden başlayarak, seyahatlerinden, Aile Olmak belgeselinden konuştuğumuz bir röportaj gerçekleştirdik.

Bir yayında gezmeye sekiz yaşında başladığınızı anlatıyorsunuz. Peki, bu seyahatler nasıl tutkuya dönüştü? 

O yaşlarda Bağcılar-Esenler arası yürümeye başladım. Sonra birkaç arkadaşımla kaçıp Bakırköy’e Yeşilyurt’a gittiğimi hatırlıyorum. Trene kaçak binip Menekşe’ye kadar gitmiştik. Biraz daha büyüdüğümde Esenler Otogarı’nı keşfettim. Terminalde gezmek ve bitip tükenmeyen yolcuların gidiş gelişlerine şahit olmak bana ilginç geliyordu. Kimi gidiyor kimi geliyor, kiminin gözleri yaşlı birini yolcu ediyor, bazıları da heyecanla gelecek olanı bekliyor. Orada, aynı anda, sayısız duygu yaşanıyor. İyi de bu duygulara ne oluyor? Bunlar yok olup gidiyor mu? Bir yerde birikiyor mu? Sanırım o an yaşamaya, var olmaya, insana ve dünyaya karşı bir hayret başlamıştı bende. Sonra da türlü şekillerde sürdü gitti bu hayret. Matbaacılar sitesini, sebze meyve hallerini, arka sokakları, İstanbul’un tüm semtlerini dolaşarak devam edecek yolculuklar beni dünyanın en ücra yerlerine taşıdı. Yıllar boyu çöllere, okyanuslara, dağlara bazen de kaosun hakim olduğu karmaşık şehirlere yolum düştü. Yol ve yolda olmak sık sık ihtiyaç duyduğum bir tutkuya dönüştü.

                                                                               (Esma Baki ve Abdullah Kibritçi)

Bir gün yeniden döneceğim hissiyatı yaşıyorum

Defalarca gitseniz bile keşfetmeye doyamayacağınız yerler var mı?

Mekândan öte orada yaşadıklarım, tanıştığım ve hikâyesini dinlediğim insanlar ile bağ kuruyorum. “Orası çok güzeldi, keşke yine gitsem,” gibi bir şey değil bu. Çölde çok acı çektim, yol çok zordu ama orada yaşadıklarımı özledim ve tekrar gitmek istiyorum. Daha çok böyle şeyler hissediyorum. Mesela Burundi’ye giden bir insan muhtemelen bir daha Burundi’ye gitmek istemez. Ama ben Burundi’ye iki defa gittim ve üçüncü kez gitmek istiyorum. Çünkü benim orada dostlarım var. İşitme engelli oldukları için benimle işaret diliyle konuşmaya çalışan yetim çocuklar var. Bana işaretlerle bir isim vermişler, kabarık saçlarımı ima eden bu işareti görmeye bayılıyorum. Sürekli “seni seviyorum” işareti yapıyor bazen de video gönderiyorlar. Böyle şeyler yaşadığınızda, o çocuklarla bir hafta geçirip eve döndüğünüzde, artık orası sizin için başka bir anlam ifade ediyor. Benim yolculuklarım böyle sayısız güzel anlarla dolu. Bu sebeple hep ayrılırken “bir gün yeniden döneceğim” hissiyatı yaşıyorum. Bazen öyle de oluyor. Pakistan’a, Afganistan’a, Çad’a defalarca gitmemin sebebi de bu herhalde.

İnsanlar gidebilecekleri yerlere gitmeli

Bazen bir yere gitmeyi çok isteriz ama imkan yoktur, işte o zaman devreye fotoğraf ya da videolar girer. Seyahat deneyimi için illa orada bulunmak mı gerekir, yoksa bu malzemelerle yetinmeli miyiz?

Bazen gençlere tavsiye verenler çıkar ve “şuraya gitmelisiniz,” der. Gerçekten de bir öğrencinin ucuza bilet bulup kısıtlı imkânlarla Balkanlar’a seyahat etmesi, Bosna’yı Makedonya’yı, Kosova’yı görmesi mümkün. Ya da benim çocukluğumda yaptığım gibi, sokağa çıkıp yürümek, arka sokaklara seyahat etmesi de mümkün. Ancak benim yardım ulaştırmak yahut belgesel çekmek için yaptığım yolculuklar, bir gezgine tavsiye edilebilecek türden değildi. Oralara gidebilmek için çok fazla şeyin bir araya gelmesi gerekiyordu. Ve gittiğim bazı yerler, çok tehlikeli ve zorluydu. Elbette yeryüzünün en uçlarında yaptığım yolculuklarda yaşadıklarım ve dinlediğim hikâyeler de olağanüstüydü. Bunları aktarmanın, çok uzaklardaki başka insanlara taşımanın bir yolunu bulmam gerektiğine karar verdim. Katmandu’ya Yol Arkadaşı Aranıyor adlı kitabımın biçimine de böyle karar verdim. İnsanlar bir kitap okumasınlar, benimle bir yolculuğa çıksınlar istiyordum. Yazıya, fotoğrafa, videoya hep bu gözle baktım. Okuyanın veya izleyenin yaşadığı deneyimi tasarlamaktan ibaret oldu bu araçlar benim için. İnsanları alıp Büyük Sahra’ya götürmek, sıcaklığı henüz gitmemiş ılık kumlara uzanıp yıldızları birlikte izlemek, ancak böyle mümkün. Yine de hareket iyidir. İnsanlar gidebilecekleri yerlere gitmeli. Örneğin herkes, Suriye tarafına geçip kampları görmeli. Oradaki yaşamı ve savaşı kavramalı. Bu her yaştan ve cinsiyetten vatandaş için gayet mümkün. 

Yeri geldiğinde günlerce çöllere, savaş bölgelerine, turistlerin hiç ayak basmadığı yerlere yolculuklar yapıyorsunuz. Karşılaştığınız zorluklarla başa çıkma yöntemleriniz nelerdir?

Doğrusu  gerçekten zor. Buna kolay demek akıllıca olmaz. Yaptığımız yolculukların zorluğu sadece gittiğimiz yerlerden ötürü değil. Bazen gittiğimiz yerlerden bir iki ay dönmüyoruz. O bölgede kalıyor oradaki insanların yaşam şartlarına uygun yaşıyor ve işimizi yapıp dönüyoruz. Bütün bunları birlikte yapmak zor. Elbette bunu yapabilmek için ihtiyacımız olan şey tutku, aşk ve sorumluluk duygusu. Başka ne insanı alıp çöle götürür ki? Her ne kadar uzaktan güzel gözükse de, hiçbir kazanç insanı bizim yaşadığımız o şeyleri yaşamaya ikna edemez. Savaşın, çatışmanın içine girerken, her yerde bombalar patlarken, ölme ihtimalinin hayatta kalma ihtimalinden çok olduğunu bildiğin o anlarda, seni yola devam etmeye sadece çok güçlü bir şey ikna edebilir. 

İşim seyahatin bir parçası

Seyahat hayatınızın bir parçası. Peki seyahat sizin için tatil midir yoksa işinizin bir parçası mı? 

İşim seyahatin bir parçası. Şimdiye değin yaptığım işler hep seyahatin bir parçası oldu. İnsani yardım organizasyonlarının bir parçası olarak yolculuk yaptığımda, belgesel çekmek veya bir hikâyeyi anlatmak için yola çıktığımda seyahat ve iş çoğu zaman iç içeydi. Bunlar hep birbirlerinin içine karıştılar. Benim için seyahatin bambaşka bir tarafı daha var. Yola çıktığınız zaman alışkanlıklarınızı, rutinlerinizi, size konforlu gelen her şeyi geride bırakıyorsunuz. Yanınızda sadece bir çanta var.  Kanunlar, kurallar, adetler, adaplar, gündemler; her şey değişiyor. Dünyanın geri kalanıyla bağınız kopuyor ve siz bambaşka bir insan gibi oradan geçip gidiyorsunuz. Aslında alıştığınız konforu terk etmek çok zor ama bir yandan da çok eğitici, geliştirici bir şey. Yolculuk yaparken rutinlerimden uzaklaşmak ve yabancı dünyanın zorlukları bana keyif veriyor. Çünkü burada en tabii en saf halinize dönme imkanı var. Herkes böyle mi hisseder bilemem ama ben bunları yaşıyor ve hissediyorum. Bunun ileriki aşaması ise düşünceleriniz ve fikirlerinizin de geride kalması. Gittiğiniz yerlerde bazen insanlar sizin yaşadığınız gibi yaşamıyor, sizin düşündüğünüz gibi düşünmüyorlar. Sizin kullandığınız bazı kavram ve kelimeler onların dünyasında yok. O insanlarla iletişim kurabilmek için başka yollar bulmak zorundasınız. Örneğin bir adama hayallerini soruyorsunuz.  Onun dilinde hayal diye bir kelime yok. Kadına yaşını soruyorsunuz ama o hangi yılda olduğumuzu bile bilmiyor ve bu tür bilgilere de ihtiyacı yok.  Bunlarla karşılaştığınızda ve biraz çabayla sınırlarınızı aştığınızda, hayatın sizin yaşadığınız biçimi ile yeryüzünün her yerinde aynı şekilde yaşanmadığını şiddetli bir şekilde fark ediyorsunuz. Elinizi uzattığınızda sizin için çok sıradan olan açtığınız o musluk yüz milyonlarca insanın evinde yok. İnsanlar o suya ulaşabilmek için her gün kilometrelerce yol yürümek zorundalar. Yeryüzünü, medeniyeti, çağdaşlığı, insanı her şeyi tekrardan düşünmek için işte bir fırsat.  

Seyyah olmanın yanı sıra ayrıca fotoğrafçısınız ve gittiğiniz yerlerden çok güzel kareler yakalıyorsunuz. Çektiğiniz fotoğraflarda neyi vurgulamak istiyorsunuz?

Kaçırılmaması gereken bir an vardır ya hani, sadece bir kere olur, yanar söner. İşte o anı tarif etmek, yakalamak, anlatmak zordur. Yüzlerce kare çekersiniz ama o bir saniyedeki çocuğun gülüşü o an yeryüzündeki en önemli şeydir. İşte o anı yakalamışsam yahut anlatmanın bir yolunu bulmuşsam, o iş benim için değerli oluyor. Fotoğraf, video yahut yazı, o eşsiz anın peşine düşmek ve hikâyeyi sonsuz kılmak için araçlar. 

Aile Olmak belgeselinde her bölümde tanımadığımız insanların hayatlarına konuk olup, hikâyelerine şahit olduk. Belgeselin yazarı olarak sizi etkileyen en çarpıcı hikâye neydi ?

Belgeselini çektiğimiz veya benim kitapta hikâyesini aktardığım insanların çoğuyla temasımız devam ediyor. İmkân olduğunda ziyaret eder bazen de yazışırız. Hem Aile Olmak belgeselinin birinci sezonunda hem de şu an yanına hazırladığımız ikinci sezonda karakterlerimizin hepsiyle ciddi bir bağ kurduk. İki yıl önce Lahor’da üç kız çocuğunun hikâyesini çekmiştik. Henüz yayınlanmadı ama onların hikayesi beni çok etkilemiştir.  En çok beni etkileyen hikâyelerden birisi de Suriyeli Fida’nın hikâyesiydi. Aile Olmak belgeselinin ilk sezonunda Zeytin Ağaçlarının Altında adıyla yayınlanmıştı, YouTube’dan izlenebiliyor.

Kamçatka’da Bahtiyar Vahapzade dinlemek

Bir çöl yolculuğunuzda deve çobanlığı yapan bir çocukla karşılaşmışsınız. Sizi merak etmemeleri, sizi gördüklerine şaşırmamaları, size bir şeyler öğretmiş. Peki her yolculuğunuz size böyle öğretiler katıyor mu?

Bazen inkar edilemez şekilde hayret verici şeylerle karşılaşıyorum. Bazen de ben fark edene değin sıradan gözüken bir anın ne kadar büyülü olduğunun ayrımına varıyorum. Issız çölde saatlerce hiç bir insan görmeden yolculuk yaptıktan sonra, hava kararırken iki çocuk deve çobanına rastlamak…  Çocuklardan birinin sekiz bir diğerinin on iki yaşında olması, bunların Büyük Sahra’nın ıssız düzlüklerinde evden dokuz gün uzakta çölde tek başlarına yolculuk yapmaları…  Bunlar, hakkını hemen teslim edeceğimiz sıradışılıklar. Ama farkına vardığınızda olağanüstüleşen anlar da var.  Kamçatka, insanın yeryüzünde gidebileceği uç noktalardan biri. Herhangi bir gezginin hayallerini bile süslemez, o kadar uzaktır. Allah’tan beni Kamçatka’ya götürmesini istememiştim mesela. Çünkü bu çok fazla bir şey istemekti. Ama ben Kamçatka’daydım. Sadece Ruslarla muhatap olacağımı düşünürken, bir akşam vakti, arkadaşlarla ateş başında oturuyoruz. Arkadaş dediğim de orada tanıştığım dostlar. Ateş başında oturanlar: dünyanın farklı yerlerinden gelmiş Ahıska Türkü, Azerbaycan Türkü, Özbek ve Kırgızlar. Ve bir de Türkiye’den gelmiş bizler varız. Bir tanesi şiir okumaya başladı, sonra da “Bahtiyar Vahapzade, ruhu şad olsun” diyerek bitirdi. Kamçatka’da böyle bir ortamda bu insanlarla birlikte Azerbaycanlı bir şairin, Bahtiyar Vahapzade’nin şiirini ateş başında dinliyor olmak, bana olağanüstü geldi. O an “bu inanılmaz” dediğimi hatırlıyorum. Şuan yaşadığım şeye akıl sır ermez. Moskova’dan iç hatlarla dokuz saat yolculuk yapıp geldiğiniz yerde, kıtanın sonunda, sonsuz gibi görünen Tayga’nın bittiği yerde, Kamçatka. İşte böyle bir yerde, bir akşam vakti ateş başında, daha önce tanımadığın Azerbaycan’dan gelmiş bir adamdan,  Bahtiyar Vahapzade dinlemek. Bunlar normal şeyler değil. Ama fark edersen tabii, etmezsen yaşanıp geçip gidiyor.  

Bir röportajınızda; çölde ve kimsenin pek gitmediği bir yerde bir cami imamının kütüphanesinde Fuat Sezgin’in kitabı var, açıkçası çok etkilendim diyorsunuz. Her ne kadar çöl desek de bizden haberdarlar. Peki Türkiye’yi nasıl biliyorlar?

Son 20-25 yılda sivil toplum örgütlerinin ulaştığı yerler çok genişledi. Türkiye’den insanlar bir çok yere gitmişler ve insanların hayatına dokunmuşlar. Oradan bir tanışıklık var ve tabii Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın da bir bilinirliği ve sevgisi var. Bu iki şeyden önce de Osmanlı etkisi var. Benden yüzlerce yıl önce oralara seyahat etmiş ve orada izler bırakmış insanlar var. Geçmişi hayırla yad eden insanlarla karşılaştığın zaman Osmanlı’nın karşılığını ve bu topraklarda Türk olmanın farkını anlıyorsun. Herhangi bir milletten olmadığını sana zoraki hatırlatıyorlar. Oradaki insanların Türkiye’ye karşı bir merakı bir duygudaşlığı mutlaka oluyor. Bunların hepsini gördüm ve yaşadım. 

Bu kadar seyahat, bu kadar farklı hikâye Abdullah Kibritçi’ye ne katmıştır?

Belki eskiden bu soruya daha net cevaplar verebilirdim. Çünkü zannediyordum ki okudukça, gördükçe, bildikçe her şey netleşecek, safalaşacak. Her şey berraklaşacak ve daha iyi anlayacağım. Pek öyle olmadı galiba. O yüzden şu an kafam karışık. Daha fazla merak, daha fazla kavrama çabası, ezberlerin bozulması… Kendini ve dünyayı anlama çabası. Hikâye peşinde yolculuklar yapıyorum, diye tanımlardım eskiden kendimi. Şimdi o tanım da garip geliyor bana. Bir rüyanın bir hayalin içinden geçer gibiyim. Yolculuklar iyi geliyor, insan duruluyor. Durulmanın peşinde gibiyim. Yine de yolculukların bana bir şeyler öğrettiğini hissediyorum. Seninkine benzemeyen başka anlayışlar, kavrayışlar, düşünme biçimleri, örfler, adetler, kültürler içinden geçip giderken, sivri yanların törpüleniyor. 

İçimde biriken bu hikâye çok büyük 

Son olarak yakın zamanda bizleri bekleyen bir projeniz var mı? 

İki yıl evvel Büyük Sahra’da uzun bir yolculuğa çıkmış ve bir bölgeye varmıştım. Çölde iki hafta kalıp belgesel çekmiş ve dönmüştük. Döndükten sonra bana orada söyledikleri şeyin peşine düştüm. “Daha önce buraya hiç Türk gelmedi hatta beyaz Müslüman bile gelmedi,” demişlerdi. Gerçekten de öyle miydi? Bunu anlamak için arşivlere, seyahatnamelere, tez ve makalelere, haritalara bakmam gerekti. Sayısız belge ve kitap arasında, geceler ve gündüzler boyunca iz sürdüm. Masa başında arşivlerde iz sürmekle geçen iki yıllık bu maceranın sonunda, beni çok heyecanlandıran şeylerle karşılaştım. Ve nihayet bu hikâye bir kitap projesine dönüştü. 1911 yılında çölün ortasında yaşanan bir olay, benim gittiğim yerlere ulaşan Osmanlı askerleri ve onların başına gelenler ve benim yüz yıl geriden onların adımlarını takip etmem. Sürprizi bozmadan bu kadar bahsedebilirim. Ömür yeter de kitabı tamamlayabilirsem, huzura ereceğim. Çünkü içimde biriken bu hikâye çok büyük ve bende kalmaması gerekiyor. 

     

Önceki Yazı

Ata Yadigarı; İz’i takip et!

Sonraki Yazı

Yazının intikamı arasında yol almanın tutkusu

Son Yazılar