İstanbul Film Festivali rüzgar gibi geçti

16 dakikada okunur

7-18 Nisan tarihleri arasında düzenlenen 42. İstanbul Film Festivali’ni takip ettik. Takip ettiğimiz süreçte izlediklerimizi, gözümüze takılanları yazdık. Bir festival daha rüzgar gibi geldi ve geçti İstanbul’dan. 

Yılın o zamanı geldi. Ülkemizin köklü festivallerinden İstanbul Film Festivali 7 Nisan’da başladı. Sizler bu satırları okurken bitimine 2 ya da 3 gün kalmış olacak. Sinemaya gönül ve emek verenlere her sene takdim edilen  Sinema Onur Ödülleri bu sene Nevra Serezli ve Kayhan Yıldızoğlu’na açılış gecesinde verildi. 7-18 Nisan tarihleri arasında dünyadan ve ülkemizden binbir farklı filmlerin gösterdiği festival her sene ayrı bir heyecan oluşturuyor. Bazen geçen sene olduğu gibi ünlü yönetmen Gasper Joe’yu sinemaseverlerle buluşturuyor. Bu sene ise Nobel Ödüllü Annie Ernaux’u konuk ediyor. Uluslararası yarışma filmleri, dünya festivallerinden oluşturduğu seçkiyle de merak edilen binbir filmi sinemaseverlerin karşısına çıkarıyor. Aynı zamanda her senede sinemanın ustalarının filmlerini gösterdiği bir seçki hazırladı. Bu sene Amerikalı yönetmen William Friedkin’in “Şeytan”, “Yaşamak ve Ölmek”, “Kanunun Kuvveti”, “12 Kızgın Adam” başta olmak üzere filmografisinin önemli filmlerini beyaz perdede izleme fırsatı sundu. Sinemamızdan ise Metin Erksan’ın Hamlet’e dair farklı yorumunu ortaya koyan “İntikam Meleği Kadın Hamlet” filmini beyaz perdede gösterdi.

Yoğun bir film programı arasında “ne izlemeli”, “programı nasıl oluşturmalı?” gibi sorular ortaya çıktı. Bu soruların cevapları biletlerin satışa çıkmasıyla cevaplanmaya başladı. Anında tükenen bilet sayısı fazlacaydı. Aynı şekilde öğrenci biletleri de öyleydi. Normal bilet fiyatı 90 TL olmasına karşın sinemaseverleri hiçbir güç durdurmadı denilebilir. Sonrasında ise Berlin Film Festivali’nde yarışan, gösterilen çoğu filmde sinemaseverlerin tercihleri arasındaydı. İran sineması güvenli bölgeydi. Ondan ötürü filmlerde salonlar doluydu. İki yakada altı salonda gerçekleşen gösterimler benim için Avrupa Yakası merkezliydi. Festivallerin gözde mekanı Atlas 1948 Sineması her daim keyifli bir film keyfi sunuyor. Fransız Kültür Merkezi ise ulusal filmler için bir nevi uygun ama altyazılı filmler için uygun bir yer olmadığını belirtmekte fayda var. City’s Nişantaşı ise kaliteli bir seyir sunuyor. 

Filmlere dair yorumlarıma geçmeden önce bir Ramazan’da İstanbul Film Festivali’ni takip etmek üzerine birkaç bir şey söylemek istiyorum. Kolay bir süreç olmuyor. İftarı film izlerken bir suyla ve kuruyemişle açıyorsun. Ahmet Uluçay’ın “sinema için bunca acıya değer mi?” sorusunun farklı bir yansıması akılda canlanmıyor değil. Ama sinemanın gücüne, önemine inanmak böyle bir şey sanırım. Kendini sınırlarını zorlarken bulmak bir nevi. Atlas 1948 Sineması’nın salona yiyecek sokmamasıda ayrı bir konu olabilir diye düşünüyorum. Seneye denk gelmeyecek olması bir nebze rahatlattığını da eklemem gerekir.

O zaman 42. İstanbul Film Festivali’nde neler mi izledik gelin birlikte bakalım:

  • Müzik / Angela Schanelec

Berlin Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü kazanan “Müzik” festivalde izlediğim ilk film oldu. Bu açıdan festivale güze bir başlangıç yaptığımı söyleyemem. Müzik ve Oedipus kompleksinin yeni bir yorumu olarak görülen filmin bir anlamı olduğu düşüncesinde değilim. Anlattığı hikâyeyle seyircisini yaklaştırmanın yanından geçmiyor. Bilerek o uzaklığı arttırıyor bile denilebilir.

 

  • Hırçın / Charlotte Regan

Çocukların hayatta var olmaya çalışmaları hikâye olarak her zaman güçlü bir nokta oluşturuyor. Karşılığını buluyor. Hırçın’da onlardan biri. 12 yaşında Georgie, annesinin vefatının ardından hem onun yasını tutmakta hem de amcasıyla yaşadığını yetkilileri inandırarak kendi evinde kalmaya çalışır. Bu konuda başarılıdır da. Ta ki bir gün babası olduğunu iddia eden birisinin ortaya çıkar. Georgie hem bu adamı tanımaya hem de ondan kurtulmaya çalışır. Ama zamanla aralarında bir bağ oluşmaya başlar. Sıcak bir baba kız hikâyesi ortaya çıkıyor. Yönetmen ilk uzun metrajında doğru, etkileyen bir yerden başlıyor.

  • Saint Omer / Alice Diop

Fransa’nın Oscar adayı “Saint Omer” gerçek olaylardan notlar taşıyor. Anne olmak, kız çocuğu olmak, kadın olmak üzerine düşündüren film romancı Rama’nın yeni romanı için 15 aylık kızını bir plajda yükselen gelgite bırakarak öldürmekle suçlanan  genç, siyahi kadın Laurence Coly’nin duruşmasını izlemek üzere Saint Omer’e gider. Duruşmada Laurence kızını öldürmeye giden yolu anlatırken Rama’da bir yandan kendi annesiyle ilişkisini ve karnındaki bebeğiyle olacak ilişkisini düşünmeye başlar. Laurence Coly Fransa’daki yalnızlığını, kafasının karıştığı noktaları anlattıkça işler dahada karmaşıklaşır. Bir de gerçek mahkeme kayıtlarının dile geldiğini düşündüğümüzde sarsıcı bir film izlemiş oluyoruz.

  • Kızıl Gökyüzü / Christian Petzold

“Barbara”, “Transit”, “Undine” filmleriyle bizi kendisine hayran bırakan Christian Petzold’un yeni filmi “Kızıl Gökyüzü”. Petzold masal anlatmayı seven bir yönetmen. Onun masalları gerçek dünyada geçiyor ama bir rüzgar estiriyor. O estirdiği rüzgarda bir masal anlatıyor. Küçük bir tatil evinde geçen filmde arkadaşlık, aşk ve bir orman yangını yer alıyor. Çalışmalarını bitirmek için geldikleri evde iki arkadaş sürpriz bir konukla karşılaşırlar. O konuk hayatlarında bir dönüm noktası olacaktır. Denizin ve yemek sofralarının önemli bir yer edindiği film bizlere Eric Rohmer filmlerinin dünyasını hatırlatmıyor değil.

  • Tahran’da Yedi Kış / Steffi Niederzoll

Festivalin benim için en vurucu filmiydi diyebilirim. 2014 yılında idam edilen Reyhane Cebbari’nin idama giden sürecini anlatıyor “Tahran’da Yedi Kış”. 2007 yılında 19 yaşındayken Reyhane kendisine tecavüz etmek isteyen adamı bıçaklar ve adam ölür. Sonrasında Reyhane tutuklanır. Yargılanma sürecinde ise yaşanan olay aksi şekilde gösterilmeye çalışılır. Yaşanan bu yedi yıllık süreci Reyhane’nin ailesine gizlice ulaştırılan mektuplardan, annesinden, kız kardeşlerinden ve babasından dinliyoruz. Reyhane’yi ise “Kutsal Örümcek” filminde başrolde oynayan Zar Amir Ebrahimi seslendiriyor. Film boyunca Reyhane’nin sesinin yanına gözyaşlarımızın sesleride eklendi. Coğrafya kaderdir sözü bir kez daha maalesef ki gerçekliğini gösterdi.

  • Çıkarma / Mani Haghighi

İran sineması yüzümüzü hep güldürüyor. Kötü bir film izleme olasılığımız yüzde onlarda diyebiliriz. Bu açıdan güvenli alanların olması güzel. “Çıkarma” Tahran’da bir çiftin klonvari benzerleriyle karşılaşması sonrasında gerçekleşen olayları anlatıyor. Farklı sınıflardan olan tıpatıp benzer çiftlerin kendilerine has sorunları vardır. İşçi sınıfından olan çiftin eşi hamiledir ama ruh hali depresiftir. Orta sınıfa mensup aileninse sürgün yeme gibi bir durumları vardır. Birbirlerinin bir tık ilerisini gösteren çiftler arasındaki gerilim ve film boyunca eksilmeyen yağmur aslında bizi Tahran’ın yarı karanlık yarı aydınlık dünyasına götürüyor. Götürdüğü yerde acı sorularla baş başa bırakıyor.

  • Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar /Önder Esmer

Kültür sanat dünyamızın insanlarına dair yapılan belgesel çalışmalarını görmek ayrı bir mutluluk veriyor. Festivalde bu alanda “Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar”, “Kavur”, “Kim Mihri?” olmak üzere bu eksende üç belgesel gösterimini yaptı. Onlardan biri olan “Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar” belgeseli yönetmenin ilk çalışması. Onat Kutlar’ı Sinematek’in kuruluşu ekseninde ele alıyor. Klasik bir belgesel anlatısına sahip olsada arada kullandığı ses kayıtları, kurguda yaptığı farklılıklarla kendini izleten, merak ettiren bir belgesel ortaya çıkarmayı başarmışlar.

  • Gidiş O Gidiş / Sofia Bohdanowicz, Burak Çevik, Blake Williams

İstanbul’da gerçekleşen festivallerde Nuri Bilge Ceylan ile karşılaştığınız bir film illaki vardır. Bu senenin o filmi “Gidiş O Gidiş” oldu. Filmin tek güzel yanı da bu oldu diyebilirim. Üç yönetmenin video mektuplarından oluşan filmi 3D olarak seyrettik. O şekilde seyretmemizinde hiçbir anlamı yoktu ya neyse. Bu üç yönetmenden Blake Williams’ı hiç görmüyoruz. Sofia Bohdanowicz ve Burak Çevik ekseninde gitse de ağırlığı Sofia’nın mektupları, dünyaya bakışı oluşturuyor. Dünya sineması için eski bizim sinemamız için yeni bir tarz denendiği söylenebilir. Ama “her tarzı denemeli miyiz mi?” sorusu da sorulmalı. Burak Çevik “Tuzdan Kaide”, “Aidiyet” filmleriyle sinemasını farklı bir yerden kurduğunu göstermişti. Lakin farklılık, yenilik durumlarının seyirciye ne anlattığınla orantılı olması gerektiği kanısındayım.

Değerlendirmelerin devamı litrossanat.com‘da

Dünya sinemasından izlediklerimle dolu bir yorum listesi olduğunun farkındayım. Bunun sebebi festival programında ulusal belgesel ve yarışma filmlerinin son üç dört güne koyulmasıdır. Gazetemiz 15 Nisan’da çıkacağı içinde o kısımları web sitemizde yazacağım yazıda bulabilirsiniz. O yazıda Ulusal Yarışma Filmleri, Ulusal Belgesel Filmleri’nden “Kavur”, “Kim Mihri?” ve 1980 yılında yasaklanan “Kara Kafa” filmi olacak diye planlıyorum. Bakalım festival temposu ne gösterecek. Keyifle ve sinemayla kalın. 

 

Önceki Yazı

Beyaz tavşanın peşinde bir ressam: Paulo Rego

Sonraki Yazı

Kaligrafi izleyiciyi manipüle etmeli

Son Yazılar