Alman Yönetmen, Wim Wenders’in yönettiği “Mükemmel Günler” (Perfect Days), “Sahip olduğumuz ya da etrafımızda olan güzellikleri, ince ayrıntıları anlatan, ruha şifa filmler ne kadar az. Bir çok yönetmen bunalımlar, tekdüzenin boğuculuğu, ruhsal travmalara yöneldi.” derken çıktı karşımıza. Tıpkı bir ilaç, fırtınada sapasağlam kalmış bir çiçek gibi. Tatlı bir iyimserlikle bizi günlerce gezdirebilecek sade ve güçlü bir film “Mükemmel Günler.” Peki mükemmellik/kusursuzluk tanımlarını yeniden düşündürecek, anlamlı bir hayat kurmuş bir adamın hikayesi mi sadece bu filmde bizi etkileyen?
Film Tokyo’da umumi tuvaletleri, müthiş bir sevgi, titizlik, kendi yöntem ve malzemeleriyle yüksünmeden temizleyen, işini asla sadece bir görev olarak görmeyen Hiramaya’nın birbirine benzeyen günlerini anlatıyor. Gülümseyen çehresi ve her biri ayrı bir derinlik taşıyan uğraşıları, zevkleriyle bizi şaşırtan Hiramaya; Koji Yakusho’nun kendine hayran bırakan oyunculuk performansıyla belleklere kazınıyor. Hiramaya’nın dinginliğini başarıyla aktaran Koji, yaşamı değerli kılan anlamları sükûnetle hatırlatıyor. Bu hatırlatış gücünü ise saygıdan alıyor.
Film insanın, kendine, doğaya ve cinsine duyduğu saygı üzerine kurulu. Hiramaya, Japon kültürünü oluşturan bu saygı biçimlerini yaşatıyor. Sabahları biyolojik saatinin alarmı diyebileceğimiz temizlikçinin sokakta yayılan süpürgesinin sesiyle, güne hiç usanmamış başlıyor. Sokağın ve sabahın müziği olan bu sesle gözlerini açan karakterimiz, dişlerini fırçalayıp, hiç aksatmadığı bıyık ve sakal bakımıyla kendine duyduğu hürmeti, sevgiyi aynadaki bakışlarıyla hem kendine hem bizlere gösteriyor. Bu görüntü, işiyle, yaşamla, tabiatla kurduğu ilişkiye de yansıyor. Hiramaya, yaşadığı zamanı tarihe göre tasnif ettiği anılara dönüştüren nostaljik fotoğraf makinesini, gün içinde gerek duyduğu diğer eşyaları gibi yanından ayırmıyor. Öyle ki göğsü üzerinde duran cebinde taşıyor bu aleti. Aynadaki kendini, kadrajındakini, rutinlerini, ondan uzak duran kardeşini, sevdiği kadını kıskandığı adamı bile içine alan sihirli mekan sanki o cep.
Kişisel bakımından hemen sonra -evin köşesini adeta botanik bahçesine çeviren- sehpadaki küçük fidanları nezaketle sulaması, evden çıkar çıkmaz günü selamlaması doğaya duyduğu hürmetin ilk işaretleri. Öğle yemeği yemek için gittiği parkta ağacın dibinde biten yeni filizlenmiş fidanı, cüzdanında hep hazır bulunan -yeşeren ağaçları evine taşıyacağı- kağıttan keseye koyması, fotoğraf makinesiyle göğe uzanan ağaçları çekmesi unutulan ve bozulan tabiat-insan ilişkisini gündeme getiriyor. Gölgeleri, ışıkları ve ağaçları seyretmeyi ve fotoğraflarını çekmeyi önemseyen Hiramaya’nın, şehrin simgesi ve ikinci yüksek kulesi olan Skytree’yi sadece uzaktan izlemesi, fotoğraf çekmeye değer görmemesi dikkat çekici. O ne tabiata ne insana ne şehre kuşbakışı bakmayı istiyor. Yüksek bir kuleden aşağıya baktığında her şeyi küçücük görür insan. Hiramaya, incelikleri, detayları içinden görmeyi isteyen, gördüğüne saygı duyan bir adam. Bu yüzden ne işini ne sahip olduğu şeyleri ne rutinlerini küçümsüyor ne de Skytree’den şehre bakmak istiyor.
İnsana duyduğu saygıyı hem zorda kalana destek olarak hem de işini titizlikle yaparak ortaya koyuyor. Mercekle, küçük fırçalarla detaylıca temizlediği tuvalete giren kişiyi, emeğini kirletecek biri gibi görmemesi, sevinçle kapıda beklemesi, onu selamlaması insanı sersemleten sahnelerden biri. Kız kardeşinin bile tahkir ettiği mesleği, onun insanlarla kurduğu bir iletişim şeklidir aynı zamanda. Tuvaletin birinde bulduğu sos oyununu devam ettirmesi de, o alanı kullanan insanlara verdiği değeri gösteren bu iletişim biçiminin devamı. İnsana hizmet etmekten duyduğu mutluluk, işine verdiği anlam; onu yeğeniyle yakınlaştırıyor hatta yeğeninin işine yardım edecek kadar ona saygı duymasını sağlıyor. Parkta pandomim yapan meczup, yanında çalışan genç ve arkadaşı olan engelli genç, pazar günleri gittiği barın sahibi kadın ve eski eşi, sahaf ve daha birçok karakter, filmin bir çok detayı gibi konuşulmayı uzun uzun hak ediyor. Her biri farklı biçimde tasarlanmış tuvaletler ve geri dönüşüm üzerine kurulu sistemler ise özellikle geri dönüşümü politika haline getirmemiz gerekliğini yineliyor. Filmde geçen klasikler arasına girmiş şarkılar, müzikler, kitaplar; çekilen fotoğraflar, uykuyla uyanıklık arasında hayal mi düş mü olduğu belli olmayan parça parça görüntüler ve bir ağacın arkadaşlığı ise uzun süre zihnimizi meşgul edecek güzellikler.
İki gölge üst üste geldiğinde nasıl daha koyu bir gölge oluşturmuyorsa– filmdeki bir sahneye atıfta bulunuyorum- insana saygı duyan herhangi bir insan da insanı karanlığa, değersizlik duygusuna ve umutsuzluğa itemez. Yeter ki insan yaratılan her şeyi ve kendini anlamlı görsün. Gülümseyen, birbirini üzmeyen ve yormayan bir sistem için insanın kendiyle barışık olması elzem. Bir filmin insanı kendine güzellikle çağırması da ender mi ender. “Mükemmel Günler” ise tam anlamıyla böyle bir çağrının filmi…