Yönetmen Ramazan Kılıç: Türkiye’de kısa filmin değeri sadece kısa film çeken yönetmenler tarafından biliniyor. Bunun sebebi ise bir sektörleşme, bir endüstrinin olmaması. Genelde yönetmenler ya ticari bir film yapmayı ya da arthouse film yapmayı tercih ediyor. Bu açıdan kısa film adına bir sektörleşme durumu yok. Kısa filmin değerini gerçekten en çok bilen filmin yönetmeni ve orada çalışan insanlar oluyor ama çok iyi bir kısa film çektiğinizde de gerçekten inanılmaz imkanlar önünüze açılıyor.
Yönetmen Ramazan Kılıç’ın yeni kısa filmi “Tarihte Yaşanmamış Olaylar” Clermont-Ferrand Uluslararası Kısa Film Festivali’nde prömiyer yapacak. Biz de kendisiyle Türkiye’de ilk kez kurulan Mesut Uçakan Kısa Film ve Belgesel Salonu’nda gerçekleşen kısa film gösterimleri öncesinde bir araya geldik. “Penaber”, “Miğfer” ve “Servis” filmlerindeki sinematografisinden, kısa filmle festival ilişkilerine dair detaylardan, kısa film endüstrisinden ve “Tarihte Yaşanmamış Olaylar”ın festival sürecinden konuştuk.
Son filminiz “Tarihte Yaşanmamış Olaylar” Clermont-Ferrand Uluslararası Kısa Film Festivali’nde prömiyer yapacak. Bu süreçten biraz bahseder misiniz?
Reza Deghati diye Azerbaycan asıllı Fransız bir fotoğraf sanatçısı var hatta Sabancı Vakfı’nın “Mülteci Kadınlar” temalı kısa film yarışmasında ilk sene kanaat önderiydi ve orada tanışmıştık. Onun Ağrı Doğubeyazıt’ta iki tane çocuğun televizyon çerçevesi taşırken çektiği bir fotoğrafı var. O fotoğrafı görünce benim memleketimde çekildiği için etkilendim ve sorgulamaya başladım. Bu iki çocuk televizyon çerçevesini niye taşıyor, nereye götürüyor diye. Oradan aslında fikir oluşmaya başladı. Onun üzerine çalıştım. Çocukluğumda yaşadığım olaylar ve o fotoğrafla başladım projeye ama henüz hikâye oluşmamıştı. Hatta bir öykü kitabında bir şey okumuştum. Onunla da birlikte bu üç sacayağı üzerine kuruldu film. Oturup yazdıktan sonra fonlama sürecine girdik. Ben 2019’da çektiğim “Servis” filmiyle Clermont-Ferrand Uluslararası Kısa Film Festivali’nde yarışmıştım. Bir de Kickstarter var. Kickstarter ise bir kitlesel fonlama platformu. Clermont ve Kickstarter ortak bir proje başvurusu açtılar. Bu projenin şartlarından biri de daha önce filminin Clermont’ta yarışmış olmasıydı. Oraya başvurduk ve oraya seçilen 8 proje arasına girdik. Bu seçilen 8 projeye Kickstarter, kitlesel fonlama mentörlüğü yaptı. Clermont da projenin aslında PR çalışmasını yaptı. Kendi network ağına mailler atarak ya da sosyal medyada paylaşarak böyle bir proje var destek olalım mahiyetinde PR çalışması yürüttü ve biz de kitlesel fonlamaya çıktık. Kickstarter üzerinden yapınca belli bir para topladık. Fonlaması da bu şekilde oluştu. Daha sonra çekim sürecine girdik. Çekimi de kendi memleketimde, Ağrı’da yaptık. 2021’in Ekim ayında filmi çektik. Eylül 2022’de filmi bitirdik ve Clermont-Ferrand’a gönderdik. Onlar da filmi seçtiler. Dünyadan yaklaşık 8500 film başvurmuştu. 78 tane seçtiler. Bizim filmimiz de bunlardan bir tanesi. Şimdi ise festival 28 Ocak-4 Şubat arası Clermont-Ferrand’da gerçekleşecek. Filmimiz de dünya prömiyerini orada yapacak.
Dünyada kısa filmleri tek görünür kılabileceğimiz yer festivaller
Bu doğrultuda festivallerle kısa filmleri ilişkilendirmek çok önemli olsa gerek. Yönetmenler için nasıl bir önemi var bu festivallerin?
Dünyada kısa filmleri tek görünür kılabileceğimiz yer aslında festivaller. Çünkü Avrupa’da televizyonlar ya da dijital platformlar çok fazla kısa film alıyorlar ama Türkiye’de böyle bir imkan yok. Bir film çektiğinizde festivalleri öncelemeniz gerekiyor ama öncelerken büyük festivallere dikkat etmek gerekiyor. Keza bizim Clermont-Ferrand’a dünya prömiyerini yapmak istememizin sebebi dünyanın en büyük kısa film festivali olması. Mesela 2020 yılında “Servis”i örnek verecek olursam 170 bin kişi filmi izledi toplamda. Türkiye’deki tüm festivalleri de toplasanız bu kadar büyük bir sayı çıkmaz. Bu yüzden bu kadar büyük bir festivalin önemi bizim için çok büyük. Bu büyük festivallerde yarıştığınız zaman filminize bir dağıtımcı bulma imkanı elde ediyorsunuz ya da filminizin yurt dışındaki kanallara satış olanağı ortaya çıkıyor. Çünkü oranın kısa film market bölümü aslında dünyanın en önemli marketi. Film profesyonelleri, kanallar, yapımcılar v.s. hepsi markete geliyor ve siz onlarla birebir görüşüyorsunuz. Festivallerin kısa filmciler için böyle bir önemi var ve aslında bizim için bir zorunluluk diyebilirim. Bir kısa film çekip festivalde göstermediğiniz takdirde çok bir anlamı kalmıyor.
Kısa film neden Türkiye’de dikkat çekemiyor?
Türkiye’de kısa filmin değeri sadece kısa film çeken yönetmenler tarafından biliniyor. Bunun sebebi ise bir sektörleşme, bir endüstrinin olmaması. Genelde yönetmenler ya ticari bir film yapmayı ya da arthouse film yapmayı tercih ediyor. Bu açıdan kısa film adına bir sektörleşme durumu yok. Kısa filmin değerini gerçekten en çok bilen filmin yönetmeni ve orada çalışan insanlar oluyor ama çok iyi bir kısa film çektiğinizde de gerçekten inanılmaz imkanlar önünüze açılıyor. Bunu her zaman söylerim uzun metrajda yakalayamazsınız bunu. İyi bir kısa film çekitğinizde dünyanın pek çok yerine gidip festivaller dolayısıyla gezebilirsiniz. Hatta Oscar’a aday adayı ya da kısa listeye kalabilirsiniz. Bu daha kolay. Uzun metrajda bu çok zor. Türkiye’de son zamanlardaki uzun metraj filmlere baktığmızda da yönetmenlerimizin o filmlerle çok bir yere varamadığını görüyoruz. Film yapıyorlar ama önünde sonunda açtıkları yer ya Adana Altın Koza Film Festivali ya Antalya Altın Portakal Film Festivali ya İstanbul Film Festivali oluyor. Türkiye’de kalıyor aslında o film. Kısa film bundan daha avantajlı. Siz iyi bir kısa film yaptığınızda, evrensel bir hikâye anlattığınızda; Türkiye sınırlarını aşıyor bu film. Bunu bilen yönetmenler kısa filme çok daha fazla değer ve önem veriyor.
Burada kısa film ve belgesele alan açılıyor
Türkiye’de bugün ilk kez Esenler Belediyesi tarafından kurulan Mesut Uçakan Kısa Film ve Belgesel Salonu’nda filmlerinizi izledik. Bu salonu kısa film alanına verilen bir değer kapsamında görecek olursak, siz neler söylemek istersiniz?
Bence çok önemli. Çünkü daha önce Türkiye’de kısa filme özel bir salon kurulması yok. Genelde bizim sinemalarımızda var ama onlar uzun metrajda gösteriyorlar ya da uzun metrajın gölgesinde kısa filmler gösteriliyor. Esenler Belediyesi’nin burada yaptığı kısa film ve belgesele alan açmak ve onları burada izleyiciyle buluşturmak çok güzel bir şey. Bunun yanında da aslında bu gösterilen filmlere telif vermek de ayrıca güzel bir şey. O yüzden ben çok teşekkür ediyorum. Umarım bunun bir devamı da olur. Sadece kısa film yönetmenleri filmlerini seyirciyle buluşturma fırsatı bulup seyirciyle bir bağ kurar ve yaptıkları, emek verdikleri filmlerden de para kazanırlar.
Penaber”, “Miğfer” ve “Servis” filmlerinizde kendi dilini yakaladığınızı görüyoruz. Tabii hikâye seçimi de çok önemli bir nokta. Hikâyeleri seçerken neler sizin için ayrıştırıcı oluyor?
Aklıma ilk bir fikir geliyor, o fikir de beni cezbediyorsa yerimde duramıyorum. Bunu “Evrensel bir şekilde anlatabilecek miyim?” ya da “O hikâye evrensel bir hikâye mi, çok yerel kalıyor mu?” buna çok dikkat ediyorum ve hikâyelerimi öyle seçiyorum. Temelde yazarken daha çok çocukluğuma dönüyorum. Saydığınız filmlerde benim çocukluğumdan bir şeyler mutlaka var. Dolayısıyla o fikir geldiğinde önce bir çocukluğuma dönüyorum. Orada o hikâyeyi araştırıyorum ona benzer bir şey var mı ya da orada o fikre dair bir hikâye oluşturabileceğim bir materyal var mı diye. O da yeterli olmuyorsa o fikirle ilgili ona uygun kitaplar ve filmler okuyup, izliyorum. Hikâyeye dair bir şey bulabilir miyim diye. Temelde anlattığım hikâyeler sosyal bir meseleye değinip değinmemesi noktasında ayrışıyor.
Kısa film çekerken ki misyonunuz nedir? Nasıl tanımlarsınız?
Yönetmen olarak bir şey anlatıyorsun ama bu anlattığın şey aslında ne kadar faydalı ya da toplumla ne kadar iç içe. Benim için aslında böyle bir şey. Bu çok önemli çünkü ben de bir birey olarak yaşadığım toplumdaki aksaklıkları görünce bunu kendi yaptığım sanatın içine dahil etmeyi seviyorum. Aksi takdirde nolur bilmiyorum. Bir sanatçının görevi toplumunu anlatmak gibi bir şey de değil demek istediğim. Kendi tarzım böyle. Bunları filmlerimde anlattığımda aslında benim hoşuma gidiyor. İzleyen insanlar da filmleri izledikten sonra “Aa evet gerçekten böyle bir mesele varmış, eskiden böyleymiş.” diyebiliyor, o beni çok mutlu ediyor açıkçası. Yani insanlar filmlerimi izleyince bir şeyler kazandırabiliyorsam ya da hafif düşündürebiliyorsam şeklinde bir misyonum var diyebiliriz.
Derviş Zaim okul yıllarından hocanız. Hem sizin hocanızla olan ilişkiniz hem bu alandaki hoca öğrenci ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Ben İstanbul Şehir Üniversitesi’nde Sinema ve Edebiyat okudum. Derviş Hocam da benim sinema bölümünden hocamdı. Yaklaşık 6-7 sene hocalığımı yaptı. Derviş Hoca’dan ben çok şey öğrendim. Hiçbir setinde çalışmak nasip olmadı ama derslerde anlattığı meselerden çok şey öğrendim. Filmlerimi çektikten sonra kurgu aşamasında Derviş Hoca’ya gösteriyordum ve o aşamada bana önemli notlar söylüyordu. Genellikle çoğu öğrenci arkadaşım Derviş Hoca’yı çok acımasız olduğu için bu konularda sevmiyorlardı ama Derviş Hoca’nın söylediği o şeyler sinema kariyerimde önemli etkisi olan şeyler. Genelde siz ilk filminizi yazdığınızda, çektiğinizde ya senaryoya aşık oluyorsunuz ya çektiğiniz sahneye aşık oluyorsunuz. Derviş Hoca’dan o sevdiğiniz sahneleri nasıl kesebileceğimi eğer filme hizmet etmiyorsa onu atıp kesmeyi çok iyi öğrendim. Dolayısıyla o öğrendiğim şeyleri de kendim filmlerimde uyguluyorum.
(Merve Tuç ve Ramazan Kılıç)
Senaryo mutfağınızda neler var?
Fikirler var, bir kısa film hikayesi var, bir de uzun metraj film hikayesi var. Ama hangisine öncelik vereceğim şartlarla da ilgili bir şey. Fonlama süreciylede ilgili bir şey. Aslında kısa film ve uzun metraj filmi aynı anda götürmek istiyorum eş zamanlı olarak. Artık hangisi fonlanırsa. Bildiğiniz gibi uzun metraj çok uzun bir süreç yaklaşık bir 4-5 senenizi alan bir süreç. Ben 4-5 sene sadece bir filme vakit ayıramam diye düşünüyorum. Kendi karakterim de yerinde duramayan biri olduğu için araya 1-2 kısa film mutlaka sıkıştırırım. Yani aslında uzuna çalışırken senaryo aşamasını hazırlarken uzun metrajın o arada da kısa filmler çekmeyi düşünüyorum.
Sektör, sektöre dahil oldukça öğreniliyor
Filmlerinizde özgün bir dil yakalayabilen yönetmenlerdensiniz. Bu yola girmek isteyen genç yönetmen adaylarına özgün olma, kendi dilini bulabilme noktasında neler tavsiye edersiniz?
Benim kendi bir dilim var mı, yok mu ben onda henüz emin değilim. Bir arayış içerisindeyim. Genelde yönetmen ya da ilk kısa filmini çekecek yönetmen adayları çok acele ediyor. Filmlerimin uluslararası festivallerde gösterilmesi ödül almasını başarı olarak algılayacaksak eğer bu aşamaya gelmem yaklaşık 7 senemi aldı. Aslında bu bir süreç bu sürecin farkında olmak lazım. Çok sonuç odaklı gitmemek lazım. Bir film çekelim o film hemen Cannes’a gitsin piyasaya çıkayım gibi bir durum söz konusu değil. Çünkü sektör, sektöre dahil oldukça öğreniliyor. Hatta Derviş Hocamın çok güzel bir sözü vardı. “Sinema proje yaptıkça öğrenilir.” derdi. Ne kadar çok proje yaparsanız o kadar çok sinemayı öğrenirsiniz, algılarsınız. Yılmadan, bıkmadan, yavaş yavaş ilki olmayacaksa ikincisi olur, ikincisi olmazsa üçüncüsü olur ama mutlaka olur eğer sizin hedefiniz belliyse. Bu bir süreç, sonuç odaklı değil süreç odaklı gidilmeli.