Üsküdar’da yazar Halil Solak ile “Kitap Sevenler Cemiyeti” kitabını konuşmak için bir araya geldik. Solak; Kitap Sevenler Cemiyeti’nin günümüzde bir araya gelmesi adına kendini yorumlar geldiğini belirtti. Onun bu yorumlara cevabıysa “ Kitapları seven bütün okurlar bu cemiyetin doğal üyeleri” şeklinde.
Kitaplar, kütüphaneler ve İstanbul… Büyülü bir üçlü desek yanlış olmaz. Şehrin sokakları, kütüphane rafları sürprizlerle dolu. O sürprizlerin çeşidi, türü de saymakla bitmez. Onlardan birine parantez açabiliriz. Okumakla çıktığımız yolculukların rotası kütüphanelerdeki karşılaşmalarla başka bir yere evrilebilir. Evrildiği noktada da neler olur derseniz yazar Halil Solak’ın “Kitap Sevenler Cemiyeti” size bir cevap sunabilir. Ben de bu sorular ekseninde Halil Solak ile Üsküdar’da bulunan Mihrimah Kahve’de buluşarak bir röportaj gerçekleştirdim. Röportajda kitabın ortaya çıkış sürecini, Kitap Sevenler Cemiyeti üyelerinin sorunlarını ve kütüphanelerin geleceğini konuştuk.
“Kitap Sevenler Cemiyeti” kitabının ortaya çıkış süreci nasıl oldu?
Kitaplar ve kitap sevenler üzerine yazılar yazmaya başladım. Yazdıkça yazıların hoş bir yere gittiğini gördüm. Çünkü insanın altını çizdiği satırları, okuduğu gazete küpüründe gördüğü haberleri diğer insanlarla paylaşması güzeldir. Aynı zamanda bu yazılar ilgi de gördü. Sonrasında bu yazılar bir kitap olur mu diye düşünmeye başladım. Ama yazıları yazmaya bir kitap olur mu düşüncesiyle başlamadım. Yazılar dosyalarda bir araya geldikçe, evet bu bir kitaba doğru gidiyor gibi bir hisse kapıldım. Sonra 1930’lu yıllarda Kitap Sevenler Cemiyeti adında bir kurum olduğunu öğrendim ve kurumun hikâyesini anlatan bir deneme yazdım. Kitapları, kitaplar üzerine konuşmayı, paylaşmayı seven insanların bir araya geldiği bir topluluk için harika bir isim. Yazılarım bir kitap hacmine ulaşırsa ve bir kitaba dönüşmek isterlerse adı “Kitap Sevenler Cemiyeti” olabilir diye düşündüm. Böylece hepsi kitaplar, kütüphaneler ve kitap sevenler gibi temalar etrafında birleşen bu kitap ortaya çıktı.
Kitapları seven herkes bu cemiyetin üyesi
Günümüzde Kitap Sevenler Cemiyeti yeniden toplansa nasıl olur?
Kitabı okuduktan sonra bana sosyal medyadan yazıp bu soruyu soran insanlar var. Ben de onlara “Kitabı seven herkes bu cemiyetin kayıtsız şartsız üyesi” şeklinde bir cevap veriyorum. Yakın arkadaşlarıma da bunu söylüyorum. Dünyada kaydın, şartın, aidatın olmadığı başka bir cemiyet yok sanırım. Kitapları seven bütün okurlar bu cemiyetin doğal üyeleri. Böyle olması çok daha güzel.
Bulamadım ama hâlen o eve ihtiyacım var
Kitabınız “Kitaplarıma ev bulamadım” başlıklı denemesiyle başlıyor. O zaman soralım, kitaplarınıza ev bulabildiniz mi?
Kitabın ilk yazısı olan bu deneme, kitaplar üzerine yazdığım da ilk yazıdır. Sorunuzun cevabına gelirsek: Hayır, kitaplarıma ev bulamadım! O yazıyı 2014’te ya da 2015’te yazdım. O zaman bulamadığıma göre şu an ki kira artışlarından dolayı bulmam pek mümkün değil. Ailemle yaşıyorum. Evde size ayrılan bir yer var ve siz o yer ile yetinmek zorundasınız. Çünkü başkalarının da alanları ve onları ihlal etmemeniz gerekiyor. Sizin kitaplarınızın fazla olması bunu değiştirmiyor. Ama verilen alanı milim milim kayarak genişlettiğiniz de oluyor. Sonrasında baktığınızda kardeşinizin de annenizin de alanını işgal ettiğinizi görüyorsunuz. Bunun çözümü nedir? Okuduğunuz yazılarda, duyduğumuz hikâyelerde kitap sevenler kitapları için ev ya da evler tutuyorlar. Geçenlerde vefat eden Prof. Dr. Zafer Toprak Hoca da onlardan biriydi. Koleksiyoner ve kitap sever olarak kitapları için birkaç evi olduğu biliniyor. Böyle örnekleri okuduğunuzda tabii siz de hevesleniyorsunuz ama iş öyle olmuyor. Denemede söylediğim gibi benimki hâlen bir heves olarak duruyor ve kitaplarıma ev bulamadım. Ama yakın zamanda bu işin sonunun da olmadığını, bir şekilde paylaşmak gerektiğini anladım. İlgimi çeken bütün kitapları okuyamayacağımı, okusam da onların hepsini elimde tutmamam gerektiği konusunda daha makul bir zemine geldim. Lakin hâlen o eve ihtiyacım var.
Kitapların yeri insandan insan değişiyor
Kitap sevenlerin “Bu kitapların hepsini okudun mu?” sorusuyla arası pek iyi değildir. Bu sorunun bir bakış açısı da içerdiğini düşünüyorum. Sizin bu soruyla aranız nasıl ve kitap sadece okunduğunda mı kütüphanede bir yeri olur?
Evet insanlar eve gelip kitaplarımı gördüklerinde bu soruyu soruyorlar. Bu soru, soran insana göre bizi sinirlendiriyor ya da sinirlendirmiyor. Kitaplarla haşır neşir olmayan, o dünyaya ilgi duymayan bir insan bunu sorabilir. Bu da makul karşılanabilir. Siz de ona hepsini okumadım, bir kısmını okudum, bir kısmını okuyacağım bir kısmı da okumak için değil bir şey merak ettiğinde bakmak için diyerek izah edersiniz. Ama hiç ummadığınız şekilde gayet eğitimli, entelektüel düzeyi yüksek insanlar da bu soruyu sorabiliyor. O zaman onlara başka cevaplar vermek istiyorsunuz. Ama aranızdaki hukuk buna müsaade etmiyor. Kitapları sadece okumak için alan insanlarda var. Ama botanikle ilgili bir kitap görmüşsünüzdür, resimlidir, cildi sizi cezbetmiştir. Ben böyle bir kitabı da alırım. Botanik benim doğrudan bir ilgi alanım mı? Hayır değil. Ama ben o kitabın kütüphanemde olmasını isterim. Arada o kitabı karıştırmaktan büyük bir keyif alabilirim. Mesela sadece bir kitabı işe yaradığı için alan sonrasında onu elinden çıkaran insanlar da var. İnsandan insana kitapların yeri değişiyor.
Ömer Erdem kitabınızla ilgili yazısında “Bir flaneur gibi kitaplar, kütüphaneler arasında dolaşıyor” ifadesini kullanıyor. Kendinizi bir flaneur olarak tanımlar mısınız?
Genelde insanın aklında bazı kitaplar oluyor ve onları aramak üzerine sahafları geziyorsunuz. Aslında sahaf geziniz rutin bir gezi. Sahafları, bulmayı ümit ettiğiniz kitapları bulabilirim diyerek dolaşıyorsunuz. Bu gezilerde hiç aklınızda olmayan kitaplarla karşılaşabiliyorsunuz. İşte orada ummadık bir şey oluyor. İşin en keyifli tarafı da bu sürprizli karşılaşmalar oluyor. Eğer bu bir flaneurlükse, o flaneurlük hâlinin en keyifli anı bu sürprizlerdir. Çünkü aradığınız şeyi bulmak sizi diğeri kadar heyecanlandırmayabilir. Ama hiç bilmediğiniz bir kitabı ya da çok nadir basıldığını bildiğiniz bir kitabı ya da ummadığınız bir yerde imzalı bir kitabı bulmak ve bunu makul bir fiyata bulmak başka bir şey. İşin ekonomik kısmını da göz ardı etmememiz gerek. Kitaplar eskisi kadar ucuz değil ve eskisi kadar nadir kitap bulunmuyor.
İstanbul her şeyiyle zengin bir şehir. İstanbul’un tarihi de ilgilendiğiniz alanlardan biri. Bu kitabın denemelerini çeşitli vakitlerde yazarken İstanbul’un sahafları, kütüphaneleri ile ilgili nelerle karşılaştınız?
İstanbul’da kütüphanelerde çalışmayı çok seviyorum. Beyoğlu’ndaki İstanbul Araştırmaları Enstitüsünün kütüphanesi ilk tercih ettiğim yerlerden biri. Tercih sebeplerimin başında Prof. Dr. Semavi Eyice’nin kitaplarının orada bulunması geliyor. İstanbul tarihi çalışanlar için çok kıymetli bir kütüphane orası. Bir gün orada çalışırken bilgisayardan bir kitap taradım. Baktım Semavi Eyice Koleksiyonu’nda gözüküyor. Gittim, kitabı buldum. Kitabın yanında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eski baskı “Beş Şehir”ini gördüm. Aradığım kitabı masamda incelerken aklım o kitaba takıldı. Tanpınar ile Eyice aynı üniversitede hocalık yaptılar. Acaba bu kitap imzalı olabilir mi diye düşündüm. Kalktım, tekrar raflara gittim. Bir baktım ki kitap “Semavi’ye dostluklarımla” diye Tanpınar tarafından imzalı. Bu müthiş bir karşılaşma. Hemen o kitabın ilgili sayfasını tarattım. Kısa zaman sonra bir proje için Semavi Eyice ile Bostancı’daki evinde birkaç görüşme yaptım. O sırada sözü o kitaba getirdim. Hoca da “Evet tanırdım Tanpınar’ı çok severdim kendisini” dedi. Tanpınar’ın kendisinden İstanbul ile ilgili bir kitabını istediğini ve o da kitabı “Bir şehrin yazarından, beş şehrin yazarına” şeklinde imzaladığını söyledi. Bu imzalı kitap ve bu hikâye benim çok sevdiğim sürprizlerdendir. Keşke Semavi Eyice’nin Tanpınar’a imzaladığı kitap da bir gün bir yerlerden çıksa…
Birilerinin o kitapları toplaması lazım
Kitap Sevenler Cemiyeti’nin günümüzdeki sorunları nelerdir?
Tabi ki kitap sevenlerin sorunları dünya üzerindeki temel sorunlara baktığımızda çok komik ya da elit sorunlar gibi gelebilir. Bunun farkındayız. Ama Enis Batur’un “Birilerinin de ördek tüyü üzerinde çalışması lazım” dediği nokta bu herhalde. Evet dünyada bir sürü şey olup bitiyor. Ortalık yıkılıyor ama birileri de laboratuvarda bilimin ilerlemesi için sadece ördek tüyü üzerinde çalışmak zorunda. Bu da bir nevi öyle bir şey. Birilerinin o kitapları toplaması lazım. Kütüphane sahipleri için en temel mesele “benden sonra bu kitaplar ne olacak?” kısmıdır. Tanıdığım insanlarda bu meselenin endişesini yüksek düzeyde hissediyorum. Çünkü bir yer meselesi var birinci olarak. Örneğin tanıdığım birinin bir evi, kitapları için başka bir evi ve çalıştığı bir ofisi var. Bu kişi bu kitaplarla maddi ve manevi anlamda ilgileniyor. Peki kendisinden sonra ailesi aynı hassasiyeti gösterecek mi? Ya da bunu göstermelerini beklemek ne kadar doğrudur? gibi başka sorular da ortaya çıkıyor. Genelde de bu işlerle ilgilenen insanların çocukları da bu işlere uzak oluyor. Nedendir bilmiyorum. O çocuk o evi satmak istiyor ya da kirasını ödemek istemiyor olabilir. O kitaplardan kurtulmak istiyor belki de. Bunu anlayabilir miyiz? Evet her şeye rağmen anlayabiliriz. Anlamalıyız. Onun dünyasında o kitapların bir yeri, karşılığı yok ya da karşılığı var: Satmak istiyor. Son tahlilde baktığımızda bu da kötü bir şey değil. Çünkü satılması bu kitapların yok olmasından iyidir. Satılarak o kitaplar bir dolaşıma giriyor. Başkasının rafında hayatlarını sürdürüyorlar, bu da önemli. Kitaplarımız da bu anlamda birer flaneur.
Kitaplar yaşarken de satılabilir
İkinci olarak da bağışlama seçeneği var. Ama bağış meselesinde de güven sorunundan doğan bir handikap var. Bir kitap bağışlandığı zaman, kütüphaneci o kitaba bir yük gözüyle bakıyor genelde. O kitapların akıbetleri de çok hayırlı olmuyor çoğunlukla. Tabii bunun iyi örnekleri de var. Bunlardan bir tanesi Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) Kütüphanesi. Satın alınan pek çok koleksiyon var ama bağış koleksiyonları da çok güzel değerlendiriliyor. Aynı şekilde Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi’nde de Mehmet Şevket Eygi başta olmak üzere çok değerli bağış koleksiyonlar olduğunu biliyoruz. Böyle kurumlar arttıkça ve onlara duyulan güven arttıkça kitap severler, koleksiyonerler de kitap bağışlarını gönül rahatlığıyla yapabilir. Kitaplar bağışlanmanın yanında satılabilir de. Ben buna karşı değilim. Satılan şey kitap ise bakış daha da farklı oluyor. Neden bağışlamadığı soruluyor. Ama neticede o kitapların yıllar içinde gitgide ağırlaşan bir maliyeti var. Bu kısımları çok düşünmüyoruz. İnsanlar kitaplarını satabilir. Az önce bahsettiğimiz sanat tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice yaşarken kütüphanesini sattı mesela. İyi de yaptı. Şimdi herkes istifade ediyor.
Kütüphane sahipleri kitaplarının akıbetini belirlemeli
Kütüphanelerin kaderi var mıdır ve bu kader değişir mi şeklinde bir sorum vardı. Şu an dediğiniz noktadan sanırım bu kader yaşarken yapılan eylemlerle yönlendirilebilir desek yanlış olmaz.
Kütüphanenin sahibi yaşarken kütüphanesinin akıbetini belirlemeli. Öbür türlü bir başkasının insafına bırakmış oluyorsunuz. Bu sizin oğlunuz da, eşiniz de, öğrenciniz de olsa bu durum geçerlidir. Yaşarken bunu yapmak ayrı bir iç huzuru sağlayacaktır. Bundan ötürü kütüphanelerimizin akıbetini kendimizi belirlemeliyiz.
“Yirmi İki Mürekkep Damlası: Osmanlı Sosyal ve Kültür Tarihi Üzerine Sohbetler” kitabınız nehir söyleşi türünde, “Kitap Sevenler Cemiyeti” kitabı ise deneme türünde. Yazı türleriyle aranız nasıl? Tercihinizden hangisinden yana?
Deneme yazmayı çok sevdim. Çünkü bu türde çok özgürsünüz. Yazıda bu özgürlük alanı beni çok rahatlatan bir şey. Bir yandan da ele aldığım konuları ancak denemeyle anlatabileceğimi düşünüyorum. Çünkü bilgiye dayalı denemeler yazıyorum. Salt bilgiyi vermek ansiklopedik bir şey, onu tercih etmiyorum. Denemelerimde muradım o bilgileri ilgi çekici bir şekilde aktarmak. Ama bunu yaparken de doğru bilgiyi asla feda etmemek gerekiyor. Onun için de benim için en uygun tür denemeydi. Bu yüzden deneme yazmayı çok seviyorum. Her ne kadar bu tür çok tercih edilmese de…
Her şeyin dijitalleştiği dünyada matbu kitabın geleceği ne yöne doğru gidiyor?
Hem e-kitap hem sesli kitap gittikçe yayılacak. Dünyada şu an hızlı ilerliyor biz de fena gitmiyoruz. Çok yakın zamanda olmasa da bir süre sonra kitap nadir bir nesneye dönüşecek sanki, kitaplar daha az basılacak. Seçkin bir zevke hitap eden bir ürüne dönüşecek. Ama asla tamamen yok olması gibi bir durum söz konusu değil.
Okumak, okuma kültürü üzerine öneri istesek aklınıza hangi kitaplar gelir?
Bu işin piri üstadı Alberto Manguel. Kendisiyle de tanışıp Bursa’da iki gün geçirme fırsatı buldum ve bir röportajda yapmıştık. İslam dünyasında ve Osmanlı dünyasında kitapların, kütüphanelerin ve sahaflığın tarihi için elbette Prof. Dr. İsmail E. Erünsal’ın kitapları, makaleleri, yazdığı her şey çok temel başvuru kaynaklarımız. Bu kitapların kaynaklarından yola çıkarak başkalarına yönelebilirsiniz. Yazan sahaflar var: Mesela Emin Nedret İşli onlardan biri. “Sahafnâme” kitabını hararetle tavsiye ederim. Yine yakınlarda sahaf Turan Türkmenoğlu’nun hatıraları çıktı. Bazı dergiler de var: Mesela sahaf Lütfi Seymen’in çıkarttığı “Müteferrika” dergisi onlardan biri. Bu konulara meraklı herkes görmeli, okumalı. Yine Harvard Üniversitesi’nden Robert Darnton’un kitaplarını sayabilirim. Ben şahsen ilk Türk matbaasının kurucusu İbrahim Müteferrika ile ilgili yazılanları okumayı seviyorum. Orlin Sabev’in, Kemal Beydilli’nin, Coşkun Yılmaz ve Fikret Sarıcaoğlu’nun Müteferrika’ya dair bulgularını okumak çok heyecan verici. Sonra olarak kitapların üretildiği mutfağa dair yazılanlar da çok ilgi çekici. Selahattin Özpalabıyıklar’ın “Göndermeler” ve “İtalik Benim” kitaplarını tavsiye edebilirim.