“Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir” Yahya Kemâl Beyatlı
Her dönemin bir moda şikâyeti mutlaka vardır. Yaz aylarında sıcaklığın, kış aylarında soğuğun, bahar aylarında başlangıç ve bitişin kulaklarını çınlatırız. Tezat değişikliklerde ise iklim değişikliği muhabbetine mutlaka dem vururuz. Eylül mü? O her iklimden ve aydan kopmuş, kendine münhasır bir baş tacıdır. Aslında konuşmak için malzemeye de gerek duymayan bir bilgeler cenneti doğdu çağımızın hayat okulunda!
Bu kadar çok bilenin, bu kadar çok yazanın, bu kadar çok okuyanın ve bu kadar çok belgesel izleyenin (!) olduğu bir toplumda; hâlâ yüzyıllar öncesi cehaletinin ve insanlığının ayıbı olan ayrımcılık sancısı neden devam eder ki? Evet bu deli soru yazık ki yeniden hortladı şahit olduğumuz/duyduğumuz/yaşadığımız olaylarla. “Cahiliye döneminde gömülenlerin yazgıdaşıdır; medeniyetin yırtık hırkasında, mezarlarına kimsesizce gönüllü girenler…” demiştik bir yazımızda. Kaç kız çocuğu, kaç kadın; erkek kardeşlerinden/ağabeylerinden ayrı bir dengede yalnız bırakılıyor. Ve kaç kız çocuğu “sen kızsın, yapamazsın” “kızın mı var, derdin var?” cümlelerinin kıyısında umutlarını karanlığın/cesaretsizliğin avlusuna terk ediyor. Bunun günahını işine gelen dine, işine gelen coğrafyanın kaderine, işine gelense; “biz böyle gördük” cümlesine yüklüyor. Böylelikle kimler kimlerin vebalini yüklenip, hayatın doğal akışına yaslanan sancılara şahitlik ediyor?
Her şey yolundayken sağlam bir duruş sergilemek, olağan hikâyenin başlığıdır. Mesele o koptu kopacak telin, en zayıf/yaralı yerine yüreğinizi yaslayıp; “ha gayret, iyileşeceğiz!” diyebilecek kadar yürekli olabilmekte değil midir? Sevapta yarışanlar, Allah’ın kanunlarını en iyi bildiğini söyleyenler, medeniyetin avlusunda en öndeyim diyenler, kız evlatlarının manevi hakkını, maddi hakkını neden göz ardı ederler ki? Geçmişte en çok da okuma hakkı elinden alınan kız çocuklarının saçlarını, o layık görmediğiniz harfler/cümleler/dizeler mürekkebin ıslak şefkatine banıp banıp tarıyor; tarayacak da… Kaderin gayrete âşık olduğunu bilen o hüzünlü/azimli gelinler, her şeye rağmen kutlu bir sessizliğin kundağında söylüyor, söyleyecek de ninnilerini; kendilerine ve ellerini tutan her yaralı kalbe… Ama o bildiğiniz uyutan değil, uyanık tutan ninnilerini…
Duvarları örülü hikâyelerden sızan ağıtlar, dünyanın çivisini çıkaran o yanlış şık! Evet, yanlış şıkkı işaretliyorsunuz; bile bile… Sen, ben, o fark etmez. Kopan telin kaybolmuş ahengi değil mi ki sarsıntıları da dağılmışlığı da şükürsüzlüğü de bereketsizliği de hayatın tam orta yerine mayalayan.
Ve… Bir ortamda sessizlik oluştuğunda, “bir yerlerde bir kız çocuğu doğdu!” diyenlerin cümlelerini silecek o silginin nerede olduğunu biz biliyoruz; ya siz?
Öyle işte!..