Kulağıma hoş gelmeyen müzikleri dinliyorum

7 dakikada okunur

Bir müziğin iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu belirlemek zordur. Klişeleşmiş bir cümle vardır: “Kulağıma hoş gelen her türlü müziği dinlerim.” Bana göre bu, yanlış bir ifadedir. Bizi rahatsız eden müziğe de kulak vermeliyiz ki, kulağa hoş gelen müziğin farkını iyice anlayalım. Hem bazen, başlangıçta pek de hoşumuza gitmeyen bir müzik, dinledikçe bizde daha olumlu duygular oluşturabilir, kendini sevdirebilir. Konfor alanımızı, alışkanlıklarımızı terk ettiğimizde sanat eserinin kendi duygusuyla konuşmaya başladığını duyabiliriz. 

Hayatımın son beş yılında neredeyse her gün klasik Batı müziği dinledim. Elbette ki Mozart, Beethoven, Bach ve Liszt gibi büyük bestecilere hayran olmamak elde değil. Ama beni müziğiyle en çok etkileyen klasik müzik bestecisi Gustav Mahler oldu. Başlarda dinlerken çok zorlandım. Kulağıma hoş gelmedi ve bir süre sonra da pes ettim. Ne de olsa kulağıma hoş gelen müzikleri dinlemeliydim. Tabii ki öyle yapmadım. Her şeyden evvel bir besteci ve müzisyenim ben. Müziği anlamalıydım. Pandemi dönemiydi, vaktim de çok olduğu için Mahler’in, Claudio Abbado’nun şefliğinde yönetilmiş dokuz senfonisini de defalarca dinledim. Dinledikçe hayran kaldım. Her dinlemede yeni bir şey duyuyordum. Dinleyene kadar hiç aşina olmadığım bir tarza, bir süre sonra fazlasıyla hayranlık duymaya başladım. Mahler’in müziğinin içine girince, karmaşık gelen müziğin aslında hiç de öyle olmadığını gördüm. Ezberlemek açısından çok zor bir müzik, ama dinledikten sonra insan Mahler’in katmanlı bir ruh taşıdığını anlıyor. Onun müziğini dinlerken derin duygular hissediyorum. Mahler, Alman ekolüne yeni bir bakış açısı getirmiştir. Onun müziğinde tutarlılık yoktur. Adete bir çılgınlık vardır. Her seferinde dinleyicisini şaşırtmıştır. Mahler’i dinlerken hissettiğim farklılığı Hector Berlioz ve Olivier Messiean’ı dinlerken de tecrübe ettim. Bu üç bestecide şunu fark ettim: İlk etapta kulağa hoş gelmeyen bir müzik var. Dinledikçe gördüm bu üç bestecinin de kendine özgü, mükemmel bir beste anlayışının olduğunu. Bence bestecinin amacı beste yapmak değil, sesleri zamanın içinde yansıtmaktır. Bir müzik yapısını yüzyıllardır boyunca hiç değiştirmeden sürdürecek olsak, müziğin gelişmesi mümkün olur muydu?

Dünyada çok fazla besteci var ve bu da o müziğe dair çok çeşitli bakış açısı olmasını sağlıyor. Tanburi Cemil Bey gibi besteciler yeni çalım tekniği geliştirdikleri için Türk müziğini yüz yıl ileriye taşımışlar. Ama tabii ki yaşadığı dönemde, tanbur icrasında yaptığı yeniliklerden rahatsız olmuş birçok aydın tarafından çok ciddi eleştirilere maruz kalmıştır Cemil Bey. Tıpkı Schönberg gibi. Schönberg de klasik Batı müziğine kendi geliştirdiği on iki ton müziği anlayışında çok ciddi eleştiriler aldı, ama bir süre sonra birçok besteci tarafından on iki ton müziği kullanılmaya başladı. Böylelikle Schönberg eski müziği genişletmiş oldu. Risk almazsak sanatı öldürürüz. Bu korkulacak bir şey değildir. Müzikte yeni ve özgün bir şey yaptığınızda amatörsünüz diyerek sizi aşağılayanlar olur, aynı kişiler yüzyıllardır aynı müziği yapan taklitçilere profesyonel olarak bakarlar. Bu taklitçiler sanatçının ne yaptığından çok, onu yapmak için kullandığı araçlarla ilgilenirler. Başka bir icracının tekniği geliştirmek, eleştiri riskini de göze almak demektir. Türkiye’den örnek verecek olursam, Arif Sağ’ın bağlama icrasını dinleyip sonra Kemal Dinç’in bağlama çalımını dinlemek gerek. Aradaki farkı görürsünüz. Elbette ikisi de güzel ama Kemal Dinç bağlama çalımını ve bağlamanın teknik yapısını yeniden yorumlamayı gayet de iyi başarmış bir müzisyendir. 

Sevdiğim bir müzikolog Morton Feldman şöyle der:  “Tarihe isyan etmek onun bir parçası olmayı sürdürmektir.” Başka bir ifadeyle eskiyi, geleneksel olanı yeniden yorumlayıp söylemektir doğru olan.

Önceki Yazı

Şarkılar sürgün ve soykırım coğrafyaları için söylendi

Sonraki Yazı

Aile ve kültür nereye gidiyor?

Son Yazılar