Yazar Leyla İpekçi: “Başına gelen sırlı olaylar kendi gerçeğinin tamamlanmasına hizmet etmek içindir! Tıpkı kök ve ekten oluşan katmanlı Türkçe’mizin bir kelimede tüm anlamı saklaması gibi. Her harfinde, hecesinde kendini saklayan bir Hazret var. Onun temsil ettiği kamil bir mana var. Onun yüzünü gören Türkçe ile örtüyor. Marifet dili Türkçe!”
İlk romanı “Maya”dan bugüne yazmakla geçen onca arayış, zihin ve ruh dünyasındaki sancılar, yazmanın benlikle olan savaşı içinde dolaşırken yazılanları “dosdoğru” ortaya çıkarma, hakikatin roman duygu ve düşüncesindeki tecellisini arıyor Leyla İpekçi. Son romanı “Yüzünü Herkesten Saklar Gibi” kitabını konuşmak için sevgili yazar Leyla İpekçi ile Üsküdar’da H Kitabevi’nde buluştuk.
“Yar Yüreğim Yar”dan üç yıl sonra okurlarını “Yüzünü Herkesten Saklar Gibi” romanıyla karşılıyorsunuz. Kitap ismiyle başlayalım neden bir arayışın kıyısında çarpışan insan için saklanma metaforunu seçtiniz?
Saklanma metaforu sadece insan için değil. Tüm varlık yüz olduğunda… nereye dönersek O’nun yüzü değil mi? E neden göremiyoruz? “Hak’tan başka bir şey yok, gözsüzlere pinhan imiş” der Niyazi Mısri. Demek ki, hakikat aleni bile olsa duvağı var. Yüzünü bizden örtüyor. Can gözüyle bakmadan göremezsiniz diyor. Güzel Türkçemiz de bu yüzün anlamını kendinde sırlamış işte: Yüzün herkesten saklayan kim? İkinci tekil şahıs mı? Üçüncü tekil şahıs mı? Ariflerin gündelik konuşmalar içinde manayı katmanlaştırarak konuştukları kuş dili bu. Romanın her sayfasında yüz bize bakıyor ama kendisini bağlamına göre değiştiriyor. Bu, aynı zamanda romanın ana yapısı oldu. Tabii bu dili söktüğüm kadarıyla. Ve yine bu yapı; insan olma yolculuğumuzda devir gerçeğinin “bize has” roman formatına yansıtılma gayretiyle oluştu.
“Başına gelen, sende olandır. Dil böyle doğuyor, seninle. Bir yüzü saklar gibi.” Romanın ismiyle, kurgusuyla başlayan etkisi bu ifadenizle “Bir ben var benden içeri” hakikatinin kendilik arayışını hatırlattı. Yazdıklarınızın tesirinde nerede duruyor bu son roman?
Hepimizin içinde “bir” ben var. Bizi özde bir kılan. Benliksiz olan. Hak’la kaim. O halde yüz var, yüzden içeri. Kahramanım yazar Nida Türker’in bir romandan diğerine “sevgili” kahramanları, izini sürdüğü aynı temalar ve farklı bağlamlarda kullandığı aynı imgeleri hep kendini dönüştürerek yazılmış. Son romanında hepsini cem ediyor. Karşılaştığı kişilerin gerçek mi roman kahramanı mı olduğu bu yüzden iç içe geçiyor. Çünkü zaman ve mekandaki sınırları kaldırıyor. Kocasını eve giren hırsız zannediyor. Yolda karşılaştığı Vilademir adlı dünya vatandaşıyla muhatap olurken önceki romanında şehit olan Emir adlı kahramanıyla konuşuyor. Hepsini kendisini inşa eden tek bir kahramanın yüzünden görmektedir Nida. Çevresindekiler onun bellek kaybı yaşadığını sanırken o, yaşadığı Boğaziçi’nde tüm insanlığa ait kozmik bir belleğin denizine dalar ve romanda bölümler boyunca kelimelerle çağırdığı, rüyalarda yaklaştığı, masallarda mecazlaştırdığı yüzün örtüsünü kaldırmaya başlar.
Aslında başta Nida’nın yüzüne yediği dayaklar var. Sonra “Sevilen” adlı bir kahramanın yüzünü kendisinin tam zıddı bir karakter olmasına rağmen aynı kendi yüzüne benzetiyor. Kahramanlarıyla farklı devirlerden beri konuşuyor gibi. Hangi yüzle bunu yapıyor?! Evet, Nida’nın yüzüne yediği dayaklarda, devletin iç yüzündeki nefret kamçılanarak örgütlenen şiddette, derken büründüğü diğer varlıkların suretinde, nihayetinde bir “ara yüz” teknolojisiyle üretilmiş kahramanda görünüyor yüz. Sonunda hakikat rüyasının gerçeğe bürünmesine ramak kaldığı bir anda, Amerikalı bir Türkoloğun manasından açılıyor… Yine kelimeler onu örtecek tabii. Mecbur. Herkesten saklar gibi! Örtme farz.
(Leyla İpekçi ve Tuba Kaplan)
Başına gelenler gerçeğe hizmet ediyor
“Yüzünü Herkesten Saklar Gibi” kurgusu modern insanın hayatıyla benzer denecek düzeyde dikkat çekici. İç dünyanın kaosunu hafıza kaybıyla dışarıya taşırmak, bellek yitimiyle somutlaştırmaktaki muradınız nedir?
Demin sizin de değindiğiniz gibi bu romanda hep başımıza gelen içimizde olandır noktasından hareket ettim. Nida bir arkadaşına öfkelendiğinde şehirde deprem olması, kocasıyla anlaşamadığında ormanda yangın çıkması, torunu tablette savaş oyunu oynarken bir geminin karaya çarpması, şiddetli poyrazda Fatih Sultan Mehmet Köprüsünde asıldığı halattan kopan devasa Türk bayrağının kopan bir Türklük hafızası yüzünden savaş sebebine dönüşmesi… Başına gelen sırlı olaylar kendi gerçeğinin tamamlanmasına hizmet etmek içindir! Tıpkı kök ve ekten oluşan katmanlı Türkçe’mizin bir kelimede tüm anlamı saklaması gibi. Her harfinde, hecesinde kendini saklayan bir Hazret var. Onun temsil ettiği kamil bir mana var. Onun yüzünü gören Türkçe ile örtüyor. Marifet dili Türkçe!
Hakikat kelimelerde saklanıyor
Rüya günümüzde unutulan fakat İslami gelenek ve tasavvufta nurani aleme ait ilimlerden sayılan bir hakikat. Modern bir kurgu içerisinde rüyaya yaslanmakla anlamı mı genişlettiniz?
Teşekkür ederim, o halde kaldığım yerden devam edeyim. “Her kim rüyasında beni görürse beni gerçekten görür” hadisini bilirsiniz. Çünkü şeytan Resulullah kılığına giremez. Ama şunu da bilirsiniz: Varlığı kamil mertebede algılamak için hiç “araya” benlik koymadan, saptırmadan, gerçeği nefsimizin olduğu gibi apaçık görecek makamda olması gerek. Büyükler böyle der. Hani “gözü gördüğünden şaşmadı” kelamındaki mertebe. Yoksa elbette nefsi emmare rüyasıyla filan amel edilmez. Salih rüya ise malum, nübüvvetin 46 cüzünden biri. Bak nasıl saklanıyor kelimelerde! Basıp geçiyoruz. Elbet ötesi var. Onu yaşayan bilir, bilen söylemez. Ben bilmem. Bilsem yazamam.
“Hangi sevdiğim kahramana yanaşsam anlatılmaz olanın çarpıntısını duyarım” diyorsunuz. Anlatının dışında kurguda karakterlerle derin bir bağınız var. Kitabın kurgusunda karakterle iç içe girmek tekniğinin ilham kaynağı ne?
Hemhal olma, özdeşleşme ve dönüşme eğilimimiz. Akışta ne lazımsa kaleme onu çağırıyorum. Zaten size de malumdur, o kendini getirir. O kadar ince ayrıntısına dek nerede ne koyacağımı, izleklerin imgelerin her bölümde bütünü nasıl öreceğini, bağlantıların nerede birbirine dönüşerek çözülüp ilikleneceğini öylesine bilir hale gelirim ki, çünkü defalarca içinde soluk alıp vermiş olurum, artık sınırsızca zuhur ediverir yazılacak olanlar. O işte benlik bir durum değil. Bir ben var, benden içeri! Yazarken ona dönüşürüm. İçinden onlarca roman karakteri çıkar. Siz de yazıyorsunuz, bilirsiniz.
Çağımızda moda halini alan modern şifa teknikleri ve terapilere göndermeler var romanda. Nida terapistine: “İrade mi siz iradesini kendi eliyle teslim eden birine hangi terapiyi uygulayabilirsiniz?” diyor. Terapistle karşılaşma kurgusunun sebebi nedir?
Kendini bilme ihtiyacı fıtri bir özellik. Çünkü bilsek de bilmesek de kaynağımıza yolcuyuz. Kendi aslımıza. Kimi terapide arar kendini, kimi tevhid eğitiminde. Hepsi hak ve gerekli elbet. Ama terapist sana bu başına gelenler şundan bundan sebeptir der, senin nefsini temize çekip dışarıda ille bir müsebbip, bir suçlu arar. Biri ise diyelim Yunus’un mürşidi Tapduk; başına gelen kendinsin der ve çile yolculuğunda benliksiz makama seni getirene dek nefsini terbiye eder. Analizlerle değil de hayatın içinde. Her seferinde kendin gelirsin başına. Kininle karşılaştırır seni, bir olay çıkarır, sana yaşatır yani. Kibrinle karşılaştırır. Sana canlı ayna olur. Daha sende riya var, haset, kıskançlık, tahakküm var vesaire… Ee sen kamil makamdan “la ilahe illallah” mayasını hangi yüz’de tutturacaksın? Nida Türker’e göre yüz, hepimizin kendi dilinde, kendi manasındaki Resulullah’tan görünür. Nereye dönersek O’nun yüzü ise bu da en büyük alameti. Hangi yüzde sabitlenir ki? “O her an bir şendedir!” Sofuca bir yasak değil tasvir yasağı, malum.
Hep yazagelmişsiniz ama son romanda “Yüksek sesle konuşmayı bilmediğim için mi yazar oldum”, “İnsanın başına hep kendi geliyor” diyorsunuz. Şüpheye mi düştünüz yazı hakkında?
O cümleler akışta kahramanın yaşadığı bir halin sözleri. Ama evet konuşamamak da yazmayı muhakkak ki genişletiyor. Çünkü sese dönüşen her söz anlamı daraltır, saklar. “İnsanın başına hep kendi geliyor” sözü ise Nida’nın devir sırrını çözmeye başladıkça yaşadığı bir deneyim. Hatta bu romanın ana temasına çok yakın, teşekkür ederim. Beni daha fazla izah çukuruna düşürme Tuba’cığım! Okur kendi kitabını yazsın!
Dil ve üsluba dair çok ciddi pasajlar var bu kitapta. Dil sizin için başat mevzu. Sözlükle derin bir ilişkiniz var. Türkçe sevginiz ise bambaşka. Yunus ilminizle alakalı diyebilir miyiz bu muhabbete?
Diyebiliriz tabii. Demin bahsettiğim örtülü yüzün dili işte Türkçe’nin kök ve ekle dönüşe dönüşe içinde sakladığı kuş dili. Yüz deyince kaç anlam çıkar sen düşün! Bu, Türkçe ile mümkün. Bu dil ayrımcılığı değil, tamamen metafizik bir olgu. Bu yüz’den bu roman ancak Türkçe yazılabilirdi. Göz açıkken de kapalıyken de görünen yüz “bir” ise bu anadilinde görünüyor. Bu anadilin içinde evrensel bir dil var işte. Rüyanın da, harflerin de, hayalin de kaynağı. Hak erenler bizim tasavvuf geleneğimizde hakikati mecazlarıyla remizleriyle işaret diliyle saklayarak nutk-ı şerifler, ilahiler irad etmişler. Bu roman onların kelamından yıllardır edindiğim zevkle kabımca yazıldı. Üstadım Mustafa Tatcı’nın çağdaş şerhleri olmasa yazılamazdı. Kim içine dalar bilmem.