Meşhur olmak için sanatçı olmayız!

///
17 dakikada okunur

Hayatının her noktasında sanattan bir iz barındıran, çok yönlülüğünü hem mesleki kariyerinde hem de sosyal yaşamında merkezi alana koyan Ege Aydan, “Gönül Dağı” dizisi ile her cumartesi akşamı evlere konuk olmaya devam ediyor. Konservatuvardan mezun olduğu ilk yılda başrol oynama şansını elde eden ve ödül sahibi olan Ege Aydan, “Şu asla unutulmamalıdır; hiçbirimiz meşhur olmak ya da en büyük ödülü almak için bu işe girmeyiz… Sadece işimizin gereğidir meşhur olmak ya da ödül almak” diyor.

Opera sanatçısı anne ve babanın oğlu olarak hayata adım atmıştı. Çocukluğu kulislerde, sahne ve perde arkasında geçmiş, daha çocuk yaştan eğitimler almaya başlamıştı. Bale, basketbol ve tiyatro… Tüm bu süreçlerinde daima anne ve babasının desteğini en üst perdeden hissetmişti. 1977 yılında adım attığı Devlet Tiyatroları’nda, kendisini oyunculukla sınırlı bırakmamış yönetmenlik alanında da imzasını atmıştı. Günün sonunda Ege Aydan için; sanatın her alanından heybesine bir şeyler katabilmiş, başarıları ödüllendirilmiş, hem sinema hem televizyonda kült olmuş karakterlere imza atmış bir isim demek en doğru tanım olacaktır. “Dans etmek, şiir yazmak, resim yapmak ya da oyunculuk yapmak aslında hep aynı maceradır… Bizler sanatçı olarak hayatın akışına bir sürpriz yapmak zorundayız.” diyen usta oyuncu Ege Aydan, sanat dolu yaşamını Litros Sanat’a anlattı. Ege Aydan ile gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbetimizi, sizler için kaleme aldık.


Bale ile başlayıp suluboya resim ile devam eden ve tiyatroyla taçlanan, “sanatla iç içe geçen” bir hayatınız var. Bu çok yönlülüğünüzü nasıl tanımlıyorsunuz? Sanat sizin için ne ifade ediyor?


Sanatı her zaman bir bütün olarak değerlendiririm. Plastik, fonetik tüm sanat dallarının birbirleri ile olan ilişkisini benimseyerek hayatı yorumlamak, bunu yaparken kendi dünya görüşümü de kullanacağım malzeme ile yoğurmak, yıllar içinde izlediğim bir yol olmuştur… Dans etmek, şiir yazmak, resim yapmak ya da oyunculuk yapmak aslında hep aynı maceradır… Bizler sanatçı olarak hayatın akışına bir sürpriz yapmak zorundayız. İşte o noktalarda izleyici bir an durur ve tüm algılarını açar… Sanatın işlevi tam da bu noktada başlar. Zihinlerin hapsolmuş tek düzeliklerini kıpırdatmak, onlara yeni pencereler açmaktır bence.

Baleden boyunuzun uzun olması nedeniyle uzaklaşıyorsunuz ve yöneliminiz tiyatroya oluyor. Bu arada bir de basketbol süreciniz de mevcut. Ankara Devlet Konservatuvarı’na ilerleyen yolculuğunuz tam olarak nasıl başladı? Aktör olma isteğine nasıl kavuştunuz?

Basketbolu ortaokulda oynardım. Sporun çocuklar üzerindeki faydalı etkileri yüzünden ailem tarafından yönlendirilmiştim ve oyuncu olma arzum lisede giderek tutku haline gelince, yine ailem tarafından konservatuvar sınavlarına hazırlanmam için destek gördüm… Bale ise bütün bunlar olmazdan önce ilkokul zamanlarında yaşadığım bir istekti ve konservatuvardaki İngiliz bale hocaları tarafından uzun boylu olacağım için vazgeçirilmiştim… Öte yandan küçükten beri, hani kendimi bildim bileli derler ya resim yapar, karikatür çizer, çamur yoğururdum. Sonuçta sanatın içinde olacağım kesindi ve kendimi bu konuda geliştirmek için ne lazımsa onu yaptım… Konservatuvardan mezun olduğumda 20 yaşındaydım, üstelik yüksek okul mezunuydum. Çok şanslı olduğumu düşünüyorum. O yıllar ortaokul ve liseden öğrenci girebiliyordu okula, ben ortaokuldan girdiğim için, 5 yıl içinde 1977’de 20 yaşında genç bir oyuncu olarak  Devlet Tiyatroları’nda çalışmaya başladım. Sadece oyunculuk içimdeki enerjiyi söndüremiyordu, giderek rejisör kadrosuna geçtim oyunlar yönettim, bir yandan da 1982’de ilk kişisel resim sergimi açtım.

Anneniz ve babanız, opera sanatının önde gelen isimlerinden. Nitekim siz de sanatın merkezinde bir çocukluk dönemi geçirmişsiniz. Peki neden anne-baba yolundan gidip opera üzerine akademik bir eğitim almayı tercih etmediniz?

Ben konservatuvarda zaten akademik bir eğitim aldım, ayrıca derslerimiz arasında opera için şan, solfej, ritmik gibi derslerimiz de vardı… Ben operayı çok sevmeme rağmen, tiyatroyu daha çok sevdiğim için tiyatro bölümüne girdim… Gururla taşıdığım akademik bir diplomam var tabi ki…
1977 yılında konservatuvardan mezun oluyorsunuz ve hem oyuncu hem yönetmen olarak aktörlük serüveniniz başlıyor. Büyük Tiyatro’da hocalarınızla oynadığınız oyun, profesyonellik kazandırıyor. Sizin için oldukça özel olmuştur diyebilir miyiz? Sahneye çıktığınız o ilk andaki heyecanınızı hatırlıyor musunuz?

Mezun olduğum ilk yıl başrol oynama şansına sahip oldum… Tabi ki tiyatro sahnemizi bir mabet olarak değerlendirdiğimiz için vazgeçemeyeceğimiz etik kurallarla sanat yaşantımızı sürdürdük. Ustalara ve üzerinde oynadığımız sahneye her zaman saygı gösterdik.

Televizyon ve sinemada imza niteliğinde kıymetli sayısız işte rol aldınız. Tiyatroda; rol aldığınız “Candan Can Koparmak” oyunu ile En İyi Erkek Oyuncu, yönettiğiniz “Aşk Mektupları” ve “Yolun Sonunda” oyunlarıyla da En İyi Yapım Ödülleri’ne değer görüldünüz. Ödüller bir sanatçı olarak sizin için ne anlam ifade ediyor? Sizce de başarı kavramı için belirleyici/teşvik edici bir etken midir?

Sahne üzerinde aldığımız alkışlar en büyük ödül olsa da, kıymetli bir kurum tarafından verilmiş bir ödül sizi en iyi olma kıvamına taşımıştır ve biliriz ki bu aşamada sorumluluklarımız iyice artar, o mertebeyi hak etmek ilk aşamaysa, daha da zoru orayı koruyabilmektir… Şu asla unutulmamalıdır; hiçbirimiz meşhur olmak, ya da en büyük ödülü almak için bu işe girmeyiz… Sadece işimizin gereğidir meşhur olmak ya da ödül almak.

Oyunculukta sinema, tiyatro ayrımı yok

Televizyona geçiş kararını nasıl aldığınızı merak ediyorum. Annenizle “Kaynanalar”, okul arkadaşlarınızla “Ferhunde Hanımlar” dizisinde rol aldınız örneğin. Tiyatro ve kamera önünü bir arada yürütme fikrine nasıl ulaştınız?

Mesleğim oyunculuktur… Sinema, tiyatro ya da televizyon diye bir ayrım yapmazsınız… Yani televizyona geçeyim diye bir fikriniz de olmaz… Ben bu konuda şanslı sayıyorum kendimi, zira tiyatroda oynarken bir gün tek kanal olan TRT tarafından drama bölümüne çağrılıp, bir dizide oynamam teklif edilmişti… O yıllar inanın tüm diziler önce bana gelirdi… Bunu bir şımarıklık, bir üstünlük olarak gördüğümü sanmayın… Sadece mesleğimin gereği ve emeklerimin karşılığıydı.  

Gönül Dağı” ekranın en sevilen ve uzun soluklu işlerinden oldu. Oynadığınız Belediye Başkanı Münir Bey karakteri de seyirci tarafından çok sahiplenildi. Hem “gönül Dağı”nın bu denli sevilmesini hem de Belediye Başkanı Münir Bey karakterine yönelik ilgiyi nasıl yorumlarsınız?

Öncelikle TRT 1’de böylesi sevilen bir projede olduğum için çok mutluyum. Zira özlemini duyduğum ve duyduğumuz birçok konuyu işliyor olması, bunu yaparken de son derece samimi ve sahici olması, izleyici tarafından beğenilmesinin en büyük sebeplerinden biri bence… İkinci olarak; dizi içindeki rolleri canlandıran tüm meslektaşlarımın da aynı oranda samimiyetleri çıtayı epey yükseklere çıkarıyor… Burada yapımcısı, senaristi, kamera arkası, sanat grubu ve tüm emek sarf edenlerin bilaistisna tek yürek olmalarının ve onların da özenli çalışmalarının sonucudur bu televizyon tarihinde rekor kıran başarının sebepleri… Ben o yüzden, içimizden biri olan Münir Başkanı diğerlerinden ayıramam, tüm roller ailemizden biri gibi değerlendiriliyor ve seviliyor.

Günümüzde kamera önü oyunculuğu diye bir tanım oluştu. Ve bu alanda kurslar da açılmaya başladı. Oyunculuk; sahne üstü ve kamera önü olarak ayrımlanacak bir meslek alanı mıdır sizce? Bu yaklaşımı nasıl yorumlarsınız?

Tabii ki kamera önü ile tiyatro sahnesinde sergilediğiniz teknik aynı olamaz… Benim gençliğimde de konuşulan ve özen gösterilen bir konuydu bu… Tiyatro bir koca sahnede, seyirci önünde gerçekleşen bir oyundur… Kamera önü ise yanı başınızda oynadığınız bir oyundur… Özleri aynı olsa da futbol topuna nasıl vole atacağınızı iyi bilmelisiniz… Yoksa camı çerçeveyi indirirsiniz. 🙂

İmzanız dünya görüşünüzle şekillenir

Suluboya resim üzerine 30’a yakın sergi açtınız… Çoğu insan için resim çizmek belki bir hobiden ibaret kalır fakat sizin için profesyonel bir meslek alanı oldu. Renklerin sizde oluşturduğu duyguların etki alanını, hayatınızda nasıl bir yerde konumlandırırsınız?

Renkler dediğimiz, bir oyuncunun kelimeleri gibidir… Söylemek istediğiniz duygunun entonasyonlarını nasıl ki özenle seçersiniz, işte resim içinde renkler aynı özenle seçilir. Renk perspektifinde sıcak ya da soğuk renkleri öyle bir yerleştirirsiniz ki doğayı taklit etme konusunda fotoğraf gerçekliğine bile ulaşabilirsiniz… Bu aşamada resmi nasıl yorumladığınız ve dünya görüşünüz ile imzanız şekillenir.

Koleksiyonlarım içimdeki çocuğu besliyor

Bir de motosiklet koleksiyonunuz var. Tam 3 bin adetlik bir minyatür seri… Tabii bir de sizi bulmuşken Star Wars demeden olmaz öyle değil mi?

İşte can alıcı sorulardan biri diyebileceğimiz koleksiyonculuk üzerine bir soru geldi… Bu noktada tüm koleksiyonculardan özür dileyerek birkaç şey söylemek isterim… Öncelikle küçüklükten beri içimde bilim kurguya son derece ilgi duymuşumdur, belki de hayatın zor taraflarından, sorumluluklarından bir nebze uzaklaşmak, kendi dünyamız içinde sakince dinlenmek içindir bu merak… Çok düşündüğüm bir konu olmasa da Star Wars tüm yapısıyla beni saran bir konu olmuştur… Ne yazık ki tüm fantastik konularımı George Lucas ve Steven Spielberg benden önce kullanmıştır… Kimi hayal eder kimi hayal ettiğini gerçekleştirme şansı yakalar kimi de tüm bu olup biteni biriktirir… Ben içimdeki çocuğu beslerim koleksiyonlarımla…

Önceki Yazı

Kültür sanatta Ramazan coşkusu

Sonraki Yazı

Minyatürün perspektifi değişiyor mu?

Son Yazılar