Müzisyen ve yazar Ferman Akgül: “Bir fikrin varsa o zaman önüne somut bir hedef koyman gerekiyor. Eurovision da maNga için öyle oldu mesela. Biz bir buçuk ayda üç tane şarkı yaptık. O üç şarkı da çok değerli oldu bizim için. Şimdi de aynı. Müziği, sanatı yetiştirmek diye bir şey tabii ki olamaz. Olgunlaştığı zaman paylaşmak aslında en doğrusu.”
Sanatçı bir dedenin torunu ve çok yönlü müzik kültürüne sahip bir ailenin ferdi olarak yetişen Ferman Akgül’ün hikâyesi, bir noktada genlerden geliyor. Şimdilerde dedesi Aziz Üstün’ün Aşık Veysel ile gün yüzüne çıkmamış eserlerini dinleyicilerle buluşturmak heyecanı içerisinde olan sanatçı; sadece müzisyenlikte değil yazarlık, yönetmenlik hatta mimarlıkta bile daima hayal gücü ile hareket ediyor. Ferman Akgül çalışma disiplini hakkında, “Önüme bir iş yaratırım, ondan sonra hayalimi onunla birlikte gerçekleştirmeye başlarım. Çünkü bir hedef olmadığı zaman, oturup kendi başıma haydi yazayım ondan sonra da bir şey olurmuş gibi pek davranamıyorum. Önce bir hedef koyuyorum. Sonrasında o hedef insanı, bir disipline ve çalışmaya mecbur bırakıyor.” diyor.
Çok kıymetli bir eserin çalışmasını yürütüyorsunuz. Dedeniz Aziz Üstün ile Aşık Veysel’in hiç bilinmeyen eserlerini dinleyiciler ile buluşturacaksınız. Piyanist Hyung Ki Joo ile bir araya gelişiniz nasıl oldu?
maNga’nın senfoni konserlerini yapan firmanın başındaki Ersin Candoğan, arkadaşımız. O bana bu teklif ile geldi. Kendisinin daha önce John Malkovich, Hyung Ki Joo ve Aleksey gibi müzisyen arkadaşlarımız ile yaptıkları bir proje vardı. Acaba onlar gibi uluslararası bir proje yapmak ister misin diye sordu. Aklında Aşık Veysel fikri vardı. Çünkü bu sene Aşık Veysel’in 50. ölüm yıldönümü. Hoşuma gitti, yerel-lokal projeler hep yapıyoruz. Ama uluslararası bir sanatçı ile birlikte, en azından ana akım olarak ilk defa bir Veysel projesi yapılacak diye düşünüyorum. Bu fikir de beni heyecanlandırdı. Sonra yola koyulduk. Hyung Ki’nin Aleksey ile birlikte Zorlu’da yaptıkları şovu izledim, ertesi gün tanıştık ve çalışmaya başladık. Zaten müzik de Aşık Veysel de evrensel oldukları için Hyung Ki de çok çabuk ısındı. Bir ayımız kaldı ve yoğun bir şekilde çalışmaya devam ediyoruz. Hyung Ki kendi isteği ile bir Aşık Veysel şiirine özel bir beste yapacak. Ben de yine daha önce bestelenmemiş bir Aşık Veysel şiirini besteleyeceğim. Bu konser aslında kendi içerisinde de en azından bir bölümü bir esere dönüşsün istiyoruz. Aşık Veysel’in torunları, benim arkadaşlarım. Üçüncü kuşaktan Ezgi Arıkan var. Ezgi de konsere dahil olacak. Ondan, “Dedenizin daha önce bestelenmemiş şiirleri var mı? Biz bunları bestelemek istiyoruz?” diye rica ettim, o da teyzelerinden rica etti. Şiirleri gönderdiler, İngilizce’ye çevrildi ve ben Hyung Ki’ye gönderdim.
Müziğin hayatınıza girmesi de temelde dedenize dayanıyor diyebiliriz değil mi o halde? 9 yaşında piyano, lise yıllarında klasik gitar ve üniversitede müzik gruplarıyla devam eden bir yolculuğunuz var… Mimarlık okurken bir yandan müziğe yönelme sürecinizde, ailenizin bir etkisi var mı?
Hem mimarlığa hem müziğe aslında ailemin yönlendirmesiyle başladım. Mimarlık zaten babamın üniversitede bölüm olarak okumamı çok istediği bir meslekti. Müzik de kendiliğinden biraz gelişti, evimizde saz çalınır, rock müzik dinlenirdi. The Beatles’ler Duran Duran’lar dinlenirdi ama bir yandan da akşamları sazlar çıkar türküler söylenirdi. Böyle çok kültürlü bir aile yapısından geldiğim için, birçok müziğe de aşina olarak çocukluğumda heves ettim. Sonra alınan küçücük bir piyanoyla ilk dinlediğim, sevdiğim parçaları çıkartmaya başladım. Ondan sonrası da kendiliğinden geldi.
(Hüsna Köşger ve Ferman Akgül)
Farklılıklar müzik açısından dikkat çeker
Solistliğin hayatınıza girmesine ayrı bir parantez açmak istiyorum. Çünkü turntable öğrenmek için girdiğiniz grupta, solist olarak ekipteki boşluğu kapatıyorsunuz. O zamana kadar aklınızda var mıydı solistlik yapmak yoksa bu, o zaman ki dönemsel zaruret size yeni bir kapı mı açmış oldu?
Evet, solistlik çok yoktu aklımda. Ben sadece bir grubun bir parçası olmak istiyordum ve bir enstrüman olarak turntable ilgimi çok çekiyordu. Bir rock müzik grubunun içerisinde dj olması fikri… Farklılıklar müzik açısından her zaman dikkatimi çekmiştir, halen daha da öyledir. O yüzden heves ettim; turntable çalabilir miyim diye, sonra bir gruba girdim ama olmadı. O grubun solisti ayrılınca ve ben de solistliği bir deneyebilir miyim dedim. Sonrasında da solistlik heyecan verdi, hoşuma gitmeye başladı. Ve sesimi geliştirmeye, bu konuda çalışmaya başladım.
İdeallerin birleştiği bir grubuz
2001 yılında Özgür Can Öney’in davetiyle o zamanlar henüz adı da belli olmayan maNga ekibine dahil oldunuz. 5 kişilik başlayıp ilerleyen yıllarda yoluna 4 kişi olarak devam eden ve Türk Rock Müziği’ne önemli başarılar kazandırmış bir grup. Eurovision… MTV… Bunlar elde edilmesi kolay olmayan büyük başarılar… Yola çıkarken ekip adına böyle başarılı bir kariyeri hissediyor muydunuz yoksa bizimkisi bir yolculuktu, çalışmalarımız başarıları mı getirdi diyorsunuz?
Hissediyorduk. Gerçekten artık maNga, idealleri olan insanların birleştiği son noktaydı. O zaman dedik ki; bu grup, bir şeyleri değiştirir. Müzikal olarak bir şeyler katmayı çok istiyorduk. Dünyada çok farklı müzikler yapılmaya başlanmıştı. Heavy metal değişime uğruyordu, alternatif janralar ortaya çıkıyordu. Niye bizim gibi çok kültürlü bir müziğe sahip Türkiye’de, bu yapılamasın diye bir heves ve istekle yola çıktık. Bunu yapabileceğimizi, Türkiye’de öncü olabileceğimizi biliyorduk. Dünya’da da Türk Rock Müziği’nin sesinin daha fazla duyulmasına destek verebileceğimizi de biliyorduk. Eurovision ve MTV ile de bunu aslında bir nevi gerçekleştirmiş olduk. Bizden sonra gelenlere de önemli bir kapı açtık diye düşünüyorum.
maNga aslında Japon kültüründe çizgi romanlara verilen bir ad. Sizler de zaten ilk albümünüzün kliplerinde çizgi roman temasına yer vermiştiniz. Ekibin adının maNga olmasının bu kültürle bir ilgisi var mı?
Gruba ismini Yağmur Sarıgül verdi. Hoşumuza gitti, tereddüt etmeden kabul ettik. Uluslararası da bir isim, nereye gitseniz manga ismi anlaşılıyor. Japon çizgi filmleri, mangalar ve animelerin özellikle bizim çocukluğumuzda yeri çok fazladır. Hayran olduğumuz birçok çizgi filmde de Japon kültürünün etkisi vardı. O yüzden içten içe buna bir hevesimiz vardı. O zaman en çok Efe Yılmaz ve Özgür Can Öney bununla ilgileniyordu, Yağmur da seviyordu. Benim de böyle uzaktan bir hayranlığım vardı bu kültüre, o yüzden kimse yadırgamadı.
Eurovision’dan teklif alma döneminize değinmek istiyorum. 4 sene üst üste pop müzik ile katıldığımız bir dönemden sonra rock müzik tercihi, Türkiye adına da Eurovision için keskin bir dönüş olmuştu… Teklif gelmesi ve devam eden süreç nasıl ilerledi sizin için?
İsmimiz uzunca bir süredir televizyon yayınlarında, bazı köşe yazılarında zikrediliyordu. O zamanlar bizi destekleyen isimler vardı, ana haberlere çıkıyorduk. “Bu sene maNga gitsin, bu sene maNga gitmeli” deniyordu. Bu bizim hoşumuza gidiyordu ama o 4 sene içerisinde de bize gelen bir teklif olmadı. Kamuoyundan gelen sorulara, “Biz şu anda düşünmüyoruz” diyorduk. Yeni albüm hazırlığındaydık ve konsantrasyonumuz da Şehr-i Hüzün’e (2009 albümü) yönelikti. Çünkü ilk albümden sonra bir albümlük bir grup olduğumuzu bizim camiamızda da müzikseverlerde de düşünenler oldu. Bizi sevenler de endişe etti. O yüzden ikinci albüme iyi hazırlanmak, daha farklı bir şeyler yapmak istedik. O sırada da çok düşünmüyorduk ama ikinci albüm çıktıktan ve MTV ödülü geldikten sonra Eurovision’u düşünmeye başladık. Ben bu konularda biraz daha cesaretliyimdir, daha çok öne atılırım. Öncülük ettim, önce TRT Genel Müdürü ile bir toplantı yaptım. Onların niyetini anladım, bizim niyetimizi anlattım. Ortak bir noktada buluşunca da, grubun diğer üyelerine bunu anlattım ve kabul ettik. Biz Eurovision’a gidebiliriz mesajları vermeye başladık. TRT’nin bize Eurovision’u teklif etmesinde, MTV çok önemli bir katalizör oldu.
Üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen halen insanlar her yıl performans videosuna “Nasıl ikinci olduk?” yorumları göndermeye devam ediyor ve Eurovision’un aylık en çok izlenenler videosunda da hemen hemen her ay 2010 yılı ile Türkiye yer alıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Şakayla karışık şunu söylüyorum; herhalde birinci olsaydık, bu kadar konuşulmazdı birinciliğimiz. İkincilik daha iyi oldu. Çünkü evet, seyircilerimiz sağ olsunlar hakkımızın hep birincilik olduğunu söylerler. Bu tabi ki insanın hoşuna gidiyor, “Hakkımız yendi, yenmedi” şeklindeki o topa çok fazla girmiyorum. Ama birinci olmaya çok yakındık, yarı finalden de birinci olarak çıktık. Favoriydik, yarı finalden sonra bizim birinci olacağımız konuşuluyordu orada. Bütün ilgi bize kaymıştı. Tabii bu en nihayetinde bir müzik yarışması. Müzik yarıştırılır mı tartışmaları da çok oldu, oluyor. Ama Eurovision’un formatı bu. Bu bir eğlence. İşin bazı kuralları da var. Almanya’nın yarı finalden sonra tüm dünyada yaptığı çok ciddi bir pr çalışması vardı. Bunun çok önemi ve etkisi oldu. Şarkıları tüm radyolarda hatta Türkiye’deki radyolarda bile, bizden daha fazla çalıyordu. O yüzden Lena’nın (2010 Eurovision Almanya temsilcisi) birinci olması, benim için çok sürpriz olmadı. Ama şov olarak… Hem oradaki prodüksiyon ekibi hem de kendi ekibimiz aslında o şovu yarattı, bize de çıkıp o şovun kurallarına uymak kaldı. O onların, hepsinin emeği. Unutulmaz bir şov yarattılar, halen konuşuluyor olmasında onların çok büyük bir emeği var. Tekrar herkese teşekkür ederim.
Tarihe not düşmeyi seviyorum
Bir de Eurovision üzerine bir kitap projeniz olduğunu duydum.
Belge tutma, belgeselcilik yanım hep vardır. Hem yaptığım programlarda hem de maNga ile ilgili… İşte maNga’nın ilk belgeselini çektim, uzunca yıllar arşiv biriktirdim. Bir yerlerde tarihe not düşmeyi seviyorum. Bu fikir herhalde kafamın bir yerlerinde vardı. Ama asıl ortaya çıkışı ve beni cesaretlendiren, konserlerdeki o “niye 1. olamadık ağabey?”, “niye hakkımız yendi ağabey?” pankartları oldu. Ben de bu dili alıp birazcık, o dönem çok anlatmadıklarımızı ve yaşadıklarımızı biraz daha detaylı şekilde anlatmaya çalışacağım bir kitap yazmaya karar verdim. Notlarını aldım. Şimdi birazcık ara verdim ama kitabı bitirip paylaşmayı istiyorum.
Yazmak bir sorumluluk
Nitekim siz zaten aynı zamanda bir yazarsınız da… Peki o süreciniz nasıl başladı?
İlk olarak Billboard Dergisi’nde köşe yazıları yazmaya başlamıştım. Sağ olsun aslında birazcık Meltem Fıratlı beni o yola soktu ve “Biz bir müzik dergisiyiz Ferman ama her konuda yaz lütfen” dedi. Ben de müzik olsun başka bir alan olsun, her konuda gözlemlerimi yazmaya başladım. Billboard Dergisi ne yazık ki kapandıktan sonra bu sefer Blue Jean Dergisi için Doğu Yücel’den bir teklif aldım. Ben de “Müzik ile kültür sanat ile ilgili fikirlerim var yazabilirim ama aslında öykü yazmak istiyorum, ne dersin?” dedim. Doğu da çok önemli bir senarist. Onun da hoşuna gitti ve tamam, sen başla dedi. Sonra ben kısa kısa öyküler yazmaya başladım. Önce bir iş yaratırım, ondan sonra hayalimi onunla birlikte gerçekleştirmeye başlarım. Çünkü bir hedef olmadığı zaman, oturup kendi başıma haydi yazayım ondan sonra da bir şey olurmuş gibi pek davranamıyorum. Önce bir hedef koyuyorum. O hedef seni aslında, bir disipline ve çalışmaya mecbur bırakıyor. Yazmak aslında çok ciddi bir sorumluluk. En büyük yazarların biyografilerinde, her sabah düzenli olarak yazılar yazdıklarını okuyoruz. Haldun Taner’in verdiği bir röportajda; bir esnaf nasıl sabah dükkanını açıp akşama kadar çalışıyorsa ben de daktilomu sabah açıp balkonuma koyup çalışmaya başlıyorum der. Bu çok doğru bir tabir. Bu sorumluluk bilinci onu o yapıyor. O yüzden Haldun Taner oluyor. Bir şeyler üretip yazmak istiyorsanız, fikriniz varsa o zaman önünüze somut bir hedef koymanız gerekir. Eurovision da maNga için öyle oldu. Biz bir buçuk ayda üç tane şarkı yaptık. O üç şarkı da çok değerli oldu bizim için. Şimdi de aynı. Müziği, sanatı yetiştirmek diye bir şey tabii ki olamaz. Olgunlaştığı zaman paylaşmak aslında en doğrusu ama bazen de yaptığımız şeyleri, işte bu duygu ile çok kaybedip kendiniz de unutup ondan sıkılabiliyorsunuz. O yüzden bazen önünüze hedef koyup, ben şu zamanda bunu yayınlayacağım, buraya vereceğim dediğiniz zaman otomatik olarak bir disipline ve sorumluluğa giriyorsunuz. O yüzden belki de kitap için ben de bir cesaret gösterip bir tarih koyup onu öyle yetiştirebilirim.
Sinema sizin için nasıl bir noktada peki? Çalışmalarınız var aynı zamanda lisansüstü çalışmalarınız da mevcut. Var mı bu alanda yeni proje fikirleriniz?
Video klip çekmeye çok hevesliydim. İşin hem tekniğini hem de okulunu biraz solumaya karar verdim. Marmara Üniversitesi’nde Sinema ve Televizyon alanında yüksek lisans yaptım. Orada senaryo dersleri aldım. Çok teknik bir bilgi almadım ama Türkiye tarihi ile ilgili dersler aldım. Sinema tarihi üzerine dersler gördüm. Yüksek lisans bana çok şey kattı. Ondan sonra da bilfiil öykülerimi, senaryoya dönüştürmek için adımlar attım. Mesela Osmanlı Cadısı Tırnova’nın aslında şu anda bir senaryosu var. Handan Öztürk Hocamız ile birlikte yazdık. İstanbul Film Akademisi ile birlikte aylarca çalışıp üç bölümlük bir senaryo ortaya çıkardık. Ama korku fantastik türündeki filmler, özellikle Osmanlı ile ilgili olanlar birazcık cesaret gerektiren işler. Bunu da doğru yapımcılar ile doğru zamanda yapmak lazım. Dijital platformlar ile görüşmelerimiz hep oldu, olacak da. Şimdi ben de bazı sadece korku filmi yapan yapımcılar ile görüşmeler yapacağım. Bazıları ile telefonda konuştuk. Yine aynı noktaya geleceğim; onun için de bir konsantrasyon ve zaman ayırmak gerekiyor. Yani bu hem turda olup hem albüm yapıp hem de film çıkartmak ile olmuyor. Onun için benim biraz geniş bir alana ihtiyacım var. O zamanı bekliyorum.