Nazmi Ağıl: “Nasrettin Hoca kültürümüzün bir yansıması olduğu içindir ki onda kim ne ararsa onu görebilir. O Türk milletinin iyisi, kötüsüyle, bütün özelliklerini bünyesinde barındırır, kim olduğumuzu hatırlatır.”
GÜLCAN TEZCAN
Şair ve akademisyen Nazmi Ağıl, edebiyatımızda daha önce de Orhan Veli tarafından denenmiş bir tarzı yeniden gündeme getirdi. “Nasrettin Hoca’nın hikmetli sözlerinde ve birçoğuna tuhaf gelen eylemlerinde yüzeydeki yansımanın derininde yatan insanın özünü ortaya koyan bir özellik var. Şiirin de çabası bu değil midir?” diyen Ağıl, büyüklere şiirlerle Nasreddin Hoca fıkralarını anlattığı kitabında hem şairliğini hem de şiirdeki maharetini ortaya koyuyor. Nazmi Ağıl ile Vakıfbank Kültür Yayınları’ndan çıkan “Büyüklerle Yeniden Nasrettin Hoca” kitabından hareketle şiiri, dili ve hocayı konuştuk.
RAP TARZI ANLATIM
Fıkralar bir şair için nasıl bir ilham kaynağına dönüşür? Bu anlamda Nasrettin Hoca fıkraları üzerine çalışma fikri nasıl oluştu?
Fıkra tür olarak kısa ve yoğun bir anlatı. Haliyle söylenenlerin ötesinde pek çok şey söylenemeden kalıyor ve bu merak duygusunu kışkırtıp hayal gücünü harekete geçiren bir özellik. Yani, şairler için bulunmaz nimet, potansiyel bir esin kaynağı. Bu yaratıcı yazma çalışmaları sırasında uyguladığım bir teknik. Mesela Ezra Pound’un “Bir Metro İstasyonunda” adlı iki dizelik şiirini işlerken öğreniyoruz ki şair ilkin otuz dize olarak kaleme aldığı şiiri altı ay boyunca uğraşarak sadece on dört kelimeden oluşan iki dizeye indirmiş. Öğrencilerimden bir metro istasyonunda neler olduğunu düşünerek bu şiiri genişletmelerini istiyorum. Bunun dışında, edebiyatın bir amacı okurları şaşırtmak, sarsmak, günlük düşünme alışkanlıklarının dışına çıkarmaktır. Şiir de kısa ve yoğun yapısıyla fıkralara benzer ve yine fıkralar gibi bu etkiyi en başarılı şekilde yaratır. Hoca fıkralarını şiirleştiren elbette ilk ben değilim, bildiğiniz üzere birçok şair bu hazineden faydalanmış, Hoca’nın nüktedanlığını ve keskin zekasını şiirin kulağa hoş diliyle buluşturmuş. Fakat bugünün hareketli, bol uyaranlı dünyasında farkettim ki Hoca fıkraları ister düzyazı, ister şiir formunda, özellikle yetişkinlerin dünyasında pek yer tutmuyor. Öyleyse bu fıkraları günümüz insanının zevkine hitap edecek yeni bir söyleyişle yeniden anlatmak gerekir diye düşündüm. Özellikle gençlerin rap müziğe olan ilgisi beni kitabımda gördüğünüz bol aliterasyonlu, kafiyeli ve kıvrak anlatıma yöneltti. Bu ses özelliğinin dışında yer yer yaptığım güncel hayat göndermelerinin de okurları yakalayacağını umarak şiirleri oluşturdum. Böylelikle herkesin evine kapandığı bu günlerde insanlarımıza birbirleriyle paylaşacakları bir şeyler sunmak istedim. Yetişkinler Hoca fıkralarını okul yıllarından biliyorlar ve artık kimse birbirine bu fıkraları anlatmıyor, fıkra sonlarındaki vurucu sözleri, “yorgan bitti kavga bitti” örneğinde olduğu gibi, birer özlü söz olarak kullanmakla yetiniyorlar. Ben şiirlerimde bu vurucu nükteye gelene kadar Hoca’nın ve çevresindekilerin neler yaşamış olabileceğini hayal ettim. Bu fıkraların sadece sonları için değil bütün olarak keyifle ve ister bir başına ister dost meclisinde yüksek sesle okunmasını umarak onları hikâyeleştirdim.
MİZAH DA ŞİİRE DAHİL
Nasrettin Hoca çoğunlukla ‘mizah’ alanına ait gibi düşünülen bir figür. Şiir ve şairlerin anlam dünyasında ne ifade ediyor?
Hüznün, efkarın bize en çok yakıştığı düşünülmüş yıllarca ve şiirimiz çoğu zaman mizaha uzak durmuş ya da mizah yönü olan şiirler has şiirden sayılmamış. Cumhuriyet döneminde Orhan Veli’yle sevmiş halkımız mizahi şiiri. Metin Altıok, Can Yücel aklıma geliveren diğer örnekler. Bu mesafeli duruşun altında sanırım şiirin akılla değil, duygularla yazılan bir tür olduğunun düşünülmesi yatıyor, oysa mizah akıl işi. Günlük hayatımda mizaha çokça yer veren biriyim, dolayısıyla bu şiirime de yansıyor. Hoca’nın bu açıdan bana çekici gelmesi normal. Fakat genel konuşursak, Hoca’nın hikmetli sözlerinde ve birçoklarına tuhaf gelen eylemlerinde yüzeydeki yansımanın derininde yatan insanın özünü ortaya koyan bir özellik var. Şiirin de çabası bu değil midir? Şairler de her şey sürekli değişirken insana dair hiç değişmeden kalanı ortaya çıkarmak, unutkan modern insana ısrarla bu gerçekliği hatırlatmak istemezler mi? Tabi kişilerin dışında bir de toplumların özünden söz edilebilir. Nasrettin Hocamız bizim toplumsal kimliğimizdir, o Türk milletinin iyisi, kötüsüyle, bütün özelliklerini bünyesinde barındırır, kim olduğumuzu hatırlatır. Her şair de içinde boy attığı kültürün bir ürünü olduğuna, şiirinde bu kültürün yaşattığı değerleri ifade ettiğine göre, Hoca’yla ortak bir zeminde buluşuyor demektir.
BİLGELİĞİ TEMSİL EDER
Nasrettin hoca fıkralarının mizahi özelliklerin ötesinde tasavvufi yaklaşımlar da barındırdığı biliniyor. Bununla ilgili pek çok kitap ve yayın da çıktı. Siz şair olarak değerlendirdiğinizde dil ve anlatım bakımından neler söylersiniz?
Haklısınız, işte bu tam da az evvel işaret ettiğimiz noktayı örnekliyor. Nasrettin Hoca kültürümüzün bir yansıması olduğu içindir ki onda kim ne ararsa onu görebilir. Onun fıkralarında tasavvufi öğelerin bulunması şaşırtıcı olmadığı gibi, Platon’dan modern zamanlara kadar Batı felsefesine uyan düşüncelere de rastlanır. Nitekim yakın zamanda bu konuda bir kitap da yayınlandığını hatırlıyorum. Bana göreyse Hoca mistik düşüncelerden daha çok aklı, sağduyuyu, Anadolu insanının bilgeliğini temsil eder. Dille ilgili sorunuza gelince, Hoca tarihi bir kişilik etrafında yüzyıllar içinde ve çok geniş bir coğrafyada biçimlenmiş bir fıkra tipidir. Bu nedenle fıkralar değişik şekillerde, üsluplarda anlatılagelmiş, her anlatıcı hikâyeye kendinden bir şey katmış. Ama fıkra anlatıcıları olabildiğince az söz kullanmayı ve doğrudan anlatımı benimsemişler, çünkü fıkranın gücü sondaki nüktededir ve dikkatin başka yönlere dağılmaması gerekir. Fakat, dedim ya, bu nükte bir kez bilinir olduğunda işin esprisi kalmıyor ve benim bu kitapta yaptığım gibi bu kültür hazinemizi yaşatmanın yolu onu zengin bir anlatımla buluşturmaktan geçiyor.
‘ATA DİLİ’NDEN YANAYIM’
Dil konusunda giderek daha da fakirleşiyoruz. Hem akademisyen, hem çevirmen, hem de şair olarak siz ne düşünüyorsunuz? Kelimelerimize sahip çıkmak ya da onlarla barışmak için ne yapmalı?
Dilimizin gittikçe fakirleştiği tespitinize üzülerek katılıyorum, bunun bir nedeni çekirdek aile yapısı nedeniyle genç kuşakların yaşlıların sohbetinden daha az yararlanıyor olmaları. Ben köyde, dedemle, ninemle, babamın ve annemin arkadaşlarının arasında büyüdüğüm için şanslıyım. Benim dağarcığımda hem Osmanlıca, hem Öz Türkçe, hem kentli hem köylü kelimeleri, deyişleri mevcut. Yabancı bir akademisyen Beowulf çevirim hakkında yazdığı bir makalesinde Türkçe’nin bütün evrelerinden kelimeler kullandığıma dikkat çekmiş ve bunu kasıtlı mı yaptığımı sormuştu. Elbette hayır, bu kelimeler, benim atalarımdan duyduğum günlük dilin içinde var. Çeviriden, yazmaktan söz açılmışken, çevirmenler, şairler ve yazarların çok sık kullanımda olmayan kelimeleri ölçülü biçimde eserlerine katmaya çalışmalarında fayda görüyorum. Bunun yanı sıra, şahsen arada denk düştükçe yeni kelimeler ya da söyleyişler üretmekten kaçınmamaları dilimizi zenginleştirmeye hizmet edebilir. Şahsen yazmayı ve çeviriyi bana sevdiren nedenlerden biri de bana bu fırsatı sunması.
SÖZ ÇOK KIYMETLİDİR
Son dönemlerde masal anlatıcılığı ciddi bir popülarite kazandı. Sizin şiirleriniz de sözlü kültürümüzü anımsatıyor. Kadim anlatı geleneğimize geri mi dönüyoruz sizce?
Seslemesi, tonlaması, vurgusuyla sözün hakikatin temsili olduğu düşüncesi çok eskilere, tarih öncesine dayanır. Nitekim “Önce söz vardı” der İncil, Kuran’ı Kerim “Oku” emriyle başlar, ve bu sesli okuma anlamındadır. Rousseua’nun, Nietzche’nin ve Sassure’ün de desteklediği, sözü merkeze alan bu yaklaşıma göre yazı, sözün temsili olması nedeniyle gerçeklikten iki defa uzaktadır. Postmodernizmin kurucularından biri olan Derrida ise bu tutumun gerçekliğe doğrudan temas eden bir araç aramak gibi bir hayalden kaynaklandığını ve aslında yanlış olduğunu, yazı ve söz arasındaki bu kutuplaştırmanın zorlama ve hatta yazının sözden daha güvenilir olduğunu savunur. Sözünü ettiğimiz değişim okumanın tarihine bakarak da gözlenebilir. Matbaadan önceki yıllarda yazılı kaynaklara erişim son derece kısıtlıydı, sonra büyük bir kesim kitaplara, gazetelere ulaşır oldu. Ancak 19. yüzyılda mesela Dickens’ın romanları evlerde topluca yüksek sesle okunuyordu. Sesli okumanın yerini gözle okumanın almasıyla birlikte bireyselleşme tamamlandı. Artık herkes istediği metni kendi odasına, köşesine çekilip okur oldu ve toplumsal bütünlük, ortak olarak paylaşılan gerçeklik parçalandı. Bugün yaşadığımız felaketlerin, yalnızlaşmanın temelinde bu parçalanmanın yattığı yadsınamaz. Fakat belki sarkaç geri dönüyor, özellikle de pandemi günlerinin mahpusluğunda sanırım insanlar bir arada oturup sohbet etmenin, birbirlerinin sesini, nefesini duymanın önemini acıyla kavradı. Masal anlatıcılığına ilginin bir nedeni buysa, bir nedeni de masalların ya da tüm sözlü edebiyatın toplumsal bilinç altımıza, ortak kimliğimizi biçimlendiren, bize yalnız olmadığımızı hatırlatan arketiplere gönderme yapması olmalı.
İsterim ki her sözcüğüm mangaldaki köz olsun Ben de bizim bir aynamız olan Nasrettin Hoca’nın fıkralarını sözlü edebiyatın diliyle anlatmaya gayret ettim. İstedim ki şiirlerim bir ocak başı gibi insanları bir araya getirsin, her bir sözcüğüm ocaktaki közlerden biri olsun, odadakilerin Hoca’nın tuhaflıklarını dinlerken gülümseyen yüzlerini ışıtsın. Bu söyleşiyi bir şiirimden alıntıyla bitirmeme izin verin: “Harıl harıl bir varil başında toplanmış insanlar gibiyiz en fazla, dil başka neye yarar? Uyuşmuş kollarıyla uzanıyor Şehrazat, bir yonga daha atıyor ortadaki mangala, daha sabaha çok var.” |