“Dün gece İstanbul’da sıcak bunaltıcıydı. Yangın bölgelerindeki havayı hayal edemiyor, boğulur gibi oluyorum düşünürken,” diye yazmışım günlüğüme 2 Ağustos’ta, Marmaris’te ormanlar yanarken.
On yıl önce, nefes darlığının ilk sıkıntılarını yaşadığımda, bulunduğum semtten daha yukarılara taşınmıştım. D-100’ün hemen ilerisinde, ağaçları ve yeşilliğiyle çevreye nefes aldıran hazine arazisi boştu henüz. Yeni evime ve mahalleme alışmaya başlamıştım ki halkın deprem alanı gözüyle baktığı ağaçlarla kaplı arazide devasa bir inşaat faaliyetinin işaretleri baş gösterdi. Medyaya yansıyan tartışmaların öncesinde neler olup bittiğini Allah bilir, bir ara mahkemelik oldu inşaat, kuralsızca yükseldiği için. Otuz kat kadar çıktıktan sonra durdu, krizden dolayı ara vermişler, o hâliyle bile değişmişti semtin iklimi. Ağaçlar seyrelmiş, rüzgâr azalmış, manzaralar örtülmüştü. Etrafında yaşayan çoğu insan nefretle özlem arasında bir hisle izliyor inşaatı, hâlâ. Bitmiyor, bitemiyor. “Çatı katı yasağı” gibi kurallar sadece anlı şanlı olmayan müteahhitlere yöneliyor. Az çok deniz gören yaşlı binaları manzaralarından da ederek hurdalık hâle getiriyor bu kaleyi andıran –ve hiç istisna olmayan- yapılar zinciri. Oturmuş dokunun dengelerini alt üst etme konusunda pervasız bir inşaatçılığın en son düşüneceği mesele, etraflarındaki halkın nefes hakkı.
“Birlikte nefes almak tehlikeli hale geldiğinde, herkes tek başına nefes almak zorunda kaldı; bireysel solunumun ritmi ekonomik rekabetin hızını takip etmek zorunda kaldı,” der Berardi “Nefes, Kaos ve Şiir”de.
Dijitalleşen benlik, şefkat nedir bilmez, “fav”dan başka ölçü tanımaz. “Birlikte,” ama kiminle; kaçımızın hayatında sılasız bir kent düşkünü, mülteci, göçmen, evsiz var… Büyük kentlerin geriye kalan ormanlık alanlarında yaşayan yüksek yüksek sitelerin ahalisi ile en alttakilerin nefeslerinin niteliği arasındaki uçurum giderek daha da açılıyor.
Göçün en yoğun bir şekilde yaşandığı otuz yılın sonunda gelinen nokta, sılasız yoksulların konut silolarına mahkumluğu. Gecekondu bölgelerindeki yapılaşma konusunda devletin gösterdiği “himayeci aldırmazlık” (Çağlar Keyder) bir süredir müteahhitler için sergileniyor. Bunun en vahim sonucu ise sadece yeşil alanların değil, deprem alanlarının da giderek eriyip kaybolması. Sahi, bunca inşaattan sonra barınak nasıl bir sorun olabilir? “Boş evler” giderek daha fazla konuşulacak bir başlık.
Tarım ve hayvancılık yer yer teşviklere rağmen hor görüldü, herkes “kalem efendisi” olmak istedi, köşe bucağa açılan üniversitelerin yol açtığı umutla. Ege ve Akdeniz sahillerindeki yazlık sahiplerine, iç bölgelerin mutena köşelerini yeğleyen ayrıcalıklı kesimler eklendi. Kimisi sılasıyla arasını koruyor, sıladan beslenerek dayanıyor topraksızlığa. Neredeyse iki yıla yaklaşan salgın dönemi güneşle doğrudan teması olan birkaç metre toprağın kazandırdığı özgürlüğü hatırlattı kent mahkumlarına. Memleketteki ana-ata ocağı kıymete bindi. Büyük kentlere yakın küçük ve henüz betonlaşmamış yerleşimlerde bir odanın peşine düştü kimileri, kimileri de bunun hayalini kurmaya başladı. İhtiyarlar, havalar ısınmaya başladığında memleketlerine gitmek için çocuklarına baskı yapmaya başladılar.
Güz zamanını adımlıyoruz şimdi. Yoksulların ve evsizlerin sılası, kardeşçe bir muameleyle karşılandıkları, sıcak bir çorbanın tüttüğü yer. Gece karanlığında küçük mescitlerin yakınlarına çorba kazanı kuran yürekli insanlar yine faaliyete geçecek. Arada iki metre “fiziki” mesafe olsa da birlikte nefes alınabilinen yerin adı, sıla.
Son Yazılar
Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay’ın ortak özelliği, ikisinin de yaşadıkları dönemde “sükût suikastına” uğraması. İkisinin
Herkesin anlattığı, hissettiği bir Ramazan vardır. O Ramazanların bir heyecanı da eğlencesi de vardır. Aynı zamanda
Binlerce yıllık kadim bir medeniyetin mirası, yerli ve yabancı turistlerin uğrak noktası, sular altında kalan bir
Litros Sanat’ın bu sayısında; “Herkes Kocama Benziyor” oyunu, Kalyon Kültür Taş Konak’taki “Jisbar İstanbul’da” sergisi, yine
Ramazan ayı, rahmet ve bereket ayı. Tevekkül etme ve af dileme ayı. Belki de koca bir