Necip Fazıl Kısakürek’in manevi ve kültürel mirasını yaşatmak amacıyla düzenlenen Necip Fazıl Ödülleri’nde bu yıl 6 ayrı dalda 7 isim ödüle layık görüldü. Hikaye/roman ödülü ise gündelik hayatı, insanlık dramlarını ve geleneğin hallerini görüntüler, sesler, eşyalar üzerinden etkili bir dille anlatması nedeniyle Mukadder Gemici’nin oldu. 2011 yılından itibaren peş peşe öykü kitapları çıkaran, kaleminin ve kendi serüveninin peşinden koşan Gemici, aldığı ödülü ‘yükün ağırlaşması’ olarak görüyor; hakkını vermek için çok daha fazla çalışması gerektiğine inanıyor. Mukadder Gemici ile her gönle, her yüreğe dokunan üslubuyla öyküleri, yazı hayatı ve geleceği üzerine konuştuk.
Siz hep başkalarının okuması ve dinlemesi için hikâyeler yazıyorsunuz. Peki Mukadder Gemici’nin yazma hikâyesi nedir, bu hikâyenin arkasında nasıl bir rüya var?
Bir rüya yok, önce onu söylemiş olayım. Çocukken kompozisyon yazmayı hiç sevmeyen biri duruyor karşınızda. Bir kaza neticesinde Radyo-TV okudum, önce senaryolar yazdım, o bir yere varmadı ama benim yazarak anlatma ihtiyacımı ortaya çıkardı. Sonrasında da yazdım, Dergâh’a gönderdim, yepyeni bir yol açıldı. Halen aynı yolda ama farklı manzaralar seyrederek ve buna şükrederek yürüyorum.
Kimler için yazıyorsunuz. Mesajlarınız kime ulaşsın istersiniz?
Biricik okur için yazıyorum. Şu okusun, bu okusun diye hiçbir kaygım yok, o biricik okur kendiliğinden bir kaderle geliyor hakikaten.
Çok zengin bir dil kullanıyorsunuz; hikâyelerinizde betimlemeler, tasvirler, duygular, ruh hali analizleri ardı arkasına devam edip gidiyor. Nasıl zenginleştirdiniz dilinizi ya da klasik tabirle beslendiğiniz kaynaklar nelerdir?
Dili zenginleştirmenin tek kaynağı okumak. Okumaya çalışıyorum, yerli ve yabancıları. Ama dil lezzeti dediğimiz bir hal var -ki bu her dilde ayrıdır- Türkçe’nin lezzeti, bunu her yazardan almak pek mümkün değil. 40’lı, 50’li yılların isimleri diyeyim. Biraz daha netleştirmek için Celal Fedai’nin bir yazısından iki cümle almak isterim; “Milli Edebiyat dönemi Türkçe’si, Türkçe’nin bir yazı dili olarak son derece yalınlaştığı bir dönemdir. Dilimize yerleşen Arapça ve Farsça unsurlar kalır ama terkipli ifadelerden uzak durulur. Neticede de Halide Edip’in, Refik Halit’in, Reşat Nuri’nin ve en güzeli de Hâşim’in ve Yahya Kemâl’in Türkçesi ortaya çıkar.” Dil lezzeti bakımından yaklaşmak istediğim yer burası. Tanpınar’ı ve Safiye Erol’u da ekleyelim. 40’lı, 50’li yılların isimleri derken hata etmediğimi düşünüyorum. Bu isimlerin hayat hikayelerini şöyle bir bakın, tam kavşakta duruyorlar, döndüğümüz yerde. Dünü biliyorlar; Haşim’in “Müslüman Saati” dediği eski hayatımıza eski dil ve yazı ile gözlerini açmışlar. Biz bugün bundan mahrumuz. Siz zengin diyerek iltifat etmişsiniz ama ben hala yetersiz görürüm kendimi bu konuda. Onların dil sandığı debdebeli, haşmetli, göz kamaştırıcı bir hazine, benimki fukara teknesi. Buna rağmen hala menevişli ve kendine has, etkileyici. Geçenlerde Afganistanlı bir imam hatip lisesi öğrencisi misafirimiz oldu. Çocuk dört-beş dil biliyor. Dedim “Hangileri güzel?” dedi, “Bir Farsça güzel, bir de Türkçe, ahenkli.” Pek mutlu etti beni.
Dilime ve toprağıma bağlıyım
Hikâyelerinizin içinde senaryolar var, okurken aynı zamanda yaşıyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Sizde hangisi daha güçlü? Hikâyeleriniz mi senaryolardan çıkıyor yoksa senaryolar mı hikâyelerden?
Senaryo yazarı değilim ki senaryodan hikâye çıksın. Senaryonun ayrı matematiği var. Benim yazdıklarım hikâyedir.
Gelenekçi bir yazar diyebilir miyiz sizin için? Metinlerinizde ayetlerden de istifade ediyorsunuz, hep içsel, yüreğe dokunan, insani hassasiyetleri temele alan ve hayatın merkezine çekmeye çalışan bir üslup var. Didaktik bir dil de kullanmıyorsunuz bunu yaparken. Nasıl başarıyorsunuz?
Dilime ve toprağıma, sadık ve bağlıyım. Bu haldeki mutmainliğimi tarif edemem. İlk sorunuzu böyle cevaplamış olayım. Başarı kelimesi ise benim yazma duygumu tarif eden, daha doğrusu vasıl olmak istediğim yeri ifade eden bir kelime değil doğrusunu isterseniz. Günün birinde bir insan, varoluşuna dair izahı bir hikâyemde bulursa veya benim bir hikayem o insanı buna yaklaştırırsa, bu bana yeter. Benim yazarak aradığım, işte o hikâyedir.
Eğer bir yazar, yazı alanında bir iş yaparak hayatını kazanıyorsa bu onu zorlayan, bazen de dil zenginliğini körelten, yozlaştıran bir noktaya gelebiliyor. Örneğin gazeteciler, kurumsal iletişimciler… Siz bunun handikabını yaşıyor musunuz?
Ben yemek yaparken, hikâye yazarken, üst düzey bir yönetici için konuşma metni çalışırken, çamaşır makinesini doldururken veya bir derginin taslağını hazırlarken o işin hakkını vermek için gayret ederim. İşin hakkını vermek, temel bir Müslüman kaidesidir bana göre. Yozlaşmaktan, körelmekten Allah’a sığınırım. Şunu yazayım da beni sevsinler, soğanı şöyle doğrayayım da hayran olsunlar gibi bir tavırla iş yapmıyorum. İşimi ve yazımı güzel tutmaya çalışıyorum. Yazma kaygımı ve davamı içimde her yere taşıyorum, hamdolsun. Hiçbir handikabım yok. Ama şu var, artık sadece okumak ve yazmak istiyorum. İşin mahiyeti nedeniyle değil, bir mesaiden bağımsız olarak vaktimi daha fazla okumaya ve yazmaya ayırmayı arzu ediyorum. Hele yazmak, teşbihte hata olmasın, artık çok kıskanç bir sevgili, sadece kendisine bakmamı istiyor.
Takdir eden varsa, onlara da aşk olsun
Bu yıl Necip Fazıl Ödüllerinde hikâye/roman ödülünü aldınız. İlki de bundan 10 yıl önce Türkiye Yazarlar Birliği’nden ödülüydü. Bir yazar için ödül almak ne anlama gelir, hem bugün hem de dün için bir değerlendirme alabilir miyim?
Ödül yükün ağırlaşması demek. En azından ben böyle düşünüyorum. Hakkını vermek için -bakınız bir önceki soruya verilen cevap- daha çok çalışmak demek. Ama yazar ödül için yazmaz, ah bana şunu verseler demez. “Ver cüceye onun olsun şairlik” diyor ya Necip Fazıl; hakikaten yazarlıklar, ödüllükler, çok satmaklıklar, hepsi işte, iki cümle kurmak için verdiğiniz mücadelede, yürüdüğünüz yolda kısacık menziller. İsmail Kara Hocamız tebrik için bir mesaj atmıştı, oradan bir cümle çalayım; “Ödül almak için çalışmıyoruz, hamdolsun ama takdir edip veren varsa onlara da aşk olsun.”
Hikâyelerinizde teknolojiye ilişkin ciddi sorgulamalar yapıyorsunuz, teknolojiyle aranız nasıl? Bu gidişattan dehşete kapılıp pesimist olanlardan mısınız?
Dehşete kapılmıyorum, düşünüyorum. Şu oyun konsolları var ya, onlardan aldık eve çocuklar oynuyor. (Çocuk dediğime bakmayın, biri yetişkin sayılır) Sofraya çağırıyorum, “Anne bir tane kaldı, onu da öldüreyim, geliyorum!” diye bağırıyor içeriden. Bir yazı yazmıştım birkaç yıl önce; “Canavarlar benim evimde. Ben açtım kapıyı onlara. İçeri girip başköşeye ben oturttum onları, ağzının kenarı kanlı zombileri, örümceğe benzer devasa yaratıkları, teröristleri, robotları…” Bazen karamsar oluyorum ama “Allah dinini hıfzeder” kanununu hatırlayınca rahatlıyorum. İnsanı yalnızlığa, karamsarlığa, kitapsızlığa yönlendiren metinler çok. Makine öğrenmesi, yapay zeka okuyorum zaman zaman, en iyi arkadaşlarımdan biri siber güvenlik uzmanı, sorularımla onun başını ağrıtıyorum. İşin felsefi zemini ile okuru yormak istemem, bir hülasa olarak şunu diyebilirim; bize sunulanı filmle, telefonlarla, modayla, her şeyle işte boca edilen, kaçamadığımız imaj ve hükümleri elimizin tersiyle itmemiz gerekiyor. Hem hatırlamadan geçmemiş olalım, Mustafa Kutlu’nun dediği gibi bunca gürültü içinde “Kalbin Sesi”ni fark etmemiz gerek.
İnsanın hakikate nasıl ulaşacağı önemli
Değişen dünyada hikâye ve hikâye yazarlarının durumu ve konumu ne olacak. Youtube, sosyal medya ya da sanal platformlarda hikâye anlatıcısı mı olacaklar. Hikâyelerine video mu çekecekler? Nereye evrilecek?
Dijital çağda yazı nereye evrilecek, ben bilmiyorum doğrusu. Üç yüz yıl önce bugün bildiğimiz şekilde kısa hikâye belki yoktu ama insanın anlatma arzusu, dinleme/okuma arzusu vardı. Şekiller değişir; insan kil tablete yazar, ceylan derisine yazar, papirüse yazar, kâğıda yazar, olmadı klavye ile yazar. İnsan hakikate nasıl ulaşacak, nasıl hakikate yaklaşacak, o önemli.