Bir süredir ev üzerine düşünüyor, okuduğum kitaplarda ev ile ilgili bölümlerin altını çiziyor, evin bir metafor olarak metinler arasında geçirdiği değişime bakıyorum. Bir öyküde evrendeki tek sabit noktayken, diğerinde eski bir konağın tüm odalarını dolduran koca ayaklı dev bir sessizliğe bürünüyor. İçine doğduğumuz haneyi, yaşadığımız mahalleyi, yurt edindiğimiz toprak parçasını temsil eden ev; aynı zamanda huzur, güven, emniyet ya da sıkışmışlık, hareketsizlik, boğulma gibi duyguları da barındırıyor. Dışarıdan ve içeriden bakıldığında sürekli değişim geçiren bu metaforu farklı bağlamda kullandığı halde bana birbirlerini hatırlatan iki yazardan bahsedeceğim: Filistinli Şair Mahmud Derviş ve İranlı Yazar Gazale Alizade.
Derviş, çoğunlukla vatan bağlamında kullandığı ev metaforunu anlatırken şöyle der: “Yurt dışında bulunduğum zaman yolun eve ulaştıracağını, evin yoldan daha güzel olduğunu düşünürdüm. Fakat ‘gerçek ev’ olmadığı halde ‘ev diye adlandırılan şeye’ geri döndüğüm zaman, bu sözü değiştirdim: Eve giden yol, evden daha güzeldir.” Onun şiirinde ev-yol ikileminin en güzel örneklerini bulabilirsiniz. İstediğim her şeye bakıyorum bir evin balkonu gibi diye başlayıp Hayaletime bakıyorum uzaklardan gelen diye biten şiirini ezbere okuyacak kadar severim. Son günlerde bu şiir tam da bu iki dizesiyle bana İranlı bir yazarı, Gazale Alizade’yi hatırlatıyor. Biri işgalle diğeri devrimle gündemden düşmeyen iki ülkenin, neredeyse akran diyebileceğimiz yaşta yazarları, eserlerinde hep “evi” aramış, durmuş.
Gazale Alizade ile Zeynep Özel’in yazılarında karşılaşmış, kendisini intihara sürükleyen hayat hikâyesiyle sarsılmıştım. Onu yine Zeynep Özel çevirisiyle Ketebe Yayınları tarafından ilk kez Türkçeye kazandırılan romanı İdrisîlerin Evi ile okudum. Alizade, Derviş’ten farklı olarak kendi içine sürgün yaşayanlardan. Şair ve kurgu yazarı olan annesi kızının çocukluğunu “salkım söğüt ağaçlarının arasında havuzlu bir evde geçirdi” diye anlatırken Gazale, aynı yılları “kavgalarla dolu ve boşanma eşiğinde bir çiftin çocuğu” olarak hatırlar. İşte tam bu noktada hikâyelerinde neden ev yoksunluğu vurgusu olduğunu anlamış oluruz. Eve olan özlemini bir söyleşisinde şöyle dillendirir: “Uyurken hep bir ev düşlerim!” Bu cümlesi ile bana Derviş’in aynı şiirinden başka bir dizeyi hatırlatıyor: Bir kadına bakıyorum güneşleniyor kendi içinde!
Aslında dışarıdan bakınca güzel bir evi, güneşlenebileceği gerçek bir bahçesi vardır. Fakat o kadar yalnızdır ki tek arkadaşı hayalinde var ettiği Hüseyin’dir. Çocukluğundan beri ondan dinlediği hikâyeleri not aldırarak yazdırdığını söyler. İdrisîlerin Evi’ni de bu alışkanlığıyla koltuğa uzanarak sekreterine yazdırır. Kısa süren iki evliliği de hayal kırıklığıdır bir türlü “rüyalarındaki eve” ulaşamayan yazar, ölmeden önce dostlarına bıraktığı intihar mektubunda romanı için şöyle der: “Kendi gerçeğini, başkalarının var ettiği karakterlerin ardında kalarak kaybettiğini söyleyen Roxana, acaba hangi tekrarlardan, kimlere bağlanmaktan bıkmıştı? İdrisîlerin Evi’nde ve o evin elli yıllık mazisinde olanlar bizlerdik sevgili dostlarım.”
Ve takvimler 11 Mayıs 1996 yılını gösterdiğinde, İran’ın kuzeyindeki Cevahir köyünde evden daha güzel olan eve giden yolda “gerçek evine” ulaşmak için dünyasını değiştirir.